25 Aralık 2013 Çarşamba

KIZLI ERKEKLİ




KIZLI-ERKEKLİ, KIZLI-KIZLI
Merhaba,
Benim adım H. Gözümü iki göz odalı bir evin küflü duvarlarına açmışım ilkin. Burnu sümüklü, kat kat kıyafetin üstüne anacığının ördüğü yelekle kapı önlerinde geçti çocukluğum. Aklım biraz erdikçe “Ana ben nasıl oldum?” diye sordum. Anlamayınca “Bebek nasıl olur?” dedim. Kızardı yüzü. Aceleyle “Sen çaydan oldun” dedi. Şaşırdım. “Ben çay içince karnım şişer mi?” dedim. “Yok, büyüyünce” dedi. Yine de çay içerken tedirgin oldum hep.
İlkokula başladım. Okul kıyafetinin altına yün çorap bir de taytla. Kaşınırdı bacaklarım. Utanıyordum kılığımdan. Siyah formanının altına kırmızı kalın tayt bazen de pantolon giydirirdi anam. Andımız okuyan kıza güzel çorap giydirmişlerdi. Saçları ipekten sanki. Kumral, beyaz kudeleli. Ben ne kirliydim onun yanında. Saçlarım kömür karası, uzun, örgülü. Onun saçları ince telli benimki kalın. Hem saçım hem kıyafetim kabarır da kabarırdı. Çocukluğumu, etimi örterdi. Çıkarınca bir bakardım ki bacaklarım sinek sokmuş gibi kıpkırmızı olmuş. Oğlanlar kızlar sebepsiz saçımı çeker, kafama vururdu. “Bitli” derlerdi. Yaz geldi mi yine tayt giyerdik içimize. Lastik oynarken eteğimizin altı görünmesin diye. İpek saçlı kız da giyerdi tayt.
Yaz gelip okul tatil oldu muydu anam kuran kursuna yollardı. Ezberlediğim duayı okuyacakken utanırdım. Ezber yarı yerinde aklımdan giderdi. Boylu boyunca serilmiş halının deseninden medet umardım. Olmadı mıydı rezil olur, gülen çocukların arasına geçerdim. Bir de köye giderdik. Köy değişikti. Sevinirdim.
Tatil bitti miydi yine okul başlardı. İçime karanlık çökerdi. Hiç gitmek istemezdim. Ortaokula geçtim. Bir gün “19 Mayıs geldi, stada gideceğiz” dedi hocalar. Bize dans gösterdiler, hareketleri yapmaya götürdüler. Kıyafetler dikildi. Kıyafet üstüme tam olmadı. Benden üç tane daha olsa anca sığardı. Rengi de kötüydü. Soluk mavi. Çalıştırmaya başladılar kızlı-erkekli. Her gün okul bitimi hoca bize hareket gösteriyordu. Başka okuldan erkek öğrenciler de gelmişti. Utanıyorduk çalışırken. Kızlar “o seninki, bu benimki” demeye başlamışlardı. Hava soğukken oğlanlardan biri ceketini vermişti. Gülüşmüştük.
Bir gün de hava çok sıcaktı. Çimenlerde çalışırken birden bayılacak gibi oldum. Karnım sancılandı. İçeri koştum ki diktirdikleri kıyafet berbat olmuş. Soluk mavi ala dönmüş. Utancımdan öldüm. Peşim sıra merak edip gelen kızlardan bir hocayı çağırdı. “Yıkat bunu, adam gibi getir”dedi hoca. Eve gidince anam tokat attı. Televizyondan yarım yamalak duyduklarımı düşündüm: “Ben artık kadın mı oldumdu?”.
Lise bire geçtim. Bir gün eve görücü geldi. Bana taliplermiş. Anama komşu kadın gelmiş anlatmış. Düşündüm evlilik nasıl şey. Amcamın kızı taze gelindi. Kına yakmıştık. Kırmızı bindallı giymişti. Çok özenmiştim. Benim de kafamdan sim dökeceklerdi. Akşama heyecandan gözüme uyku girmedi. Dön o yana, dön bu yana sabah ettim. Oğlanı pek hatırlamıyordum. Anam dedi ama, mahallede belki bir kez görmüşlüğüm vardı. O gece rüyamda garip garip hayaller gördüm.
Anam “Sen gelin kız olacan artık” dedi. Okulu bıraktım. Talipler geldiler. Kahve verirken gördüm kocamı. Hayalimdeki gibi değildi. Heyecanım söndü. Ağladım. Vazgeçselerdi keşke. Kafamdan sim döktüler. Gece üstüme çullandı. Öğürdüm. Anasıyla yaşıyorduk. Bana sürekli laf ediyordu anası. Bir gün “Of!” dedim. Akşama: “Anama nasıl of dersin” dedi. Çok beter sövdü. İlk öyle dövdü. Anamlar “Kocandır” dedi. Okullu olsam döver miydi? İş tutan kızları dövmezlerdi herhal. Anama çok kızdım.
Bir komşumuz vardı. Güzel kadındı. Halimi bilirdi. Ona ağlardım hep. Kocasından boşanmış, bir kızıyla otururdu. Ne özenirdim ona. Anam yaşında ama sanırsın abla. O kadar güzel, pörsümemiş. İzmir'e taşınacak. Yalvardım “Abla beni de götür” dedim. Saçımı okşayıp gülümsedi.

Evden kaçtım. İzimi kaybettirdim. Sonrasında hep arkama baka baka yürüdüm. Abla sağolsun himayesine aldı. Ev işlerine yardım ettim. Harçlık verdi. “Ablaya yüzüm kızarmasın artık” dedim. Arada evden parça dikiş-nakış yapıp yollamaya başladım.

Gel zaman ablanın kızı büyüdü. Üniversiteli oldu. İstanbul'a gitti. Sonra Amerika'ya... Bir gün kolunda ipek saçlı bir kızla eve geldi. Andımız okuyan kız gibi akça pakça bir kızdı. “Anne ben Ekin'i çok başka seviyorum. Biz bundan sonra beraber yaşayacağız.” dedi. Abla da “Olur kızım tabii, nerede ev tutacaksınız?” dedi. Kız:“Kanada'da yaşayacağız ve evlenmek istiyoruz” dedi. İşittiğime inanamadım. “Anam kız-kıza evlenir mi hiç?” dedim. Bağrıştılar, kapı çarpıldı. Abla kız gidince hiçbir şey yemez oldu. Ağlamaktan gözleri şişti. Ben de belli etmedim duyduğumu. Kız demek sapık olup çıkacaktı.
2 sene geçti. Çocuk evlat edinmişlerdi. Ablaya torunundur diye fotoğraf yolladı. Çok kızdım. Kadını öldürmekli bunlar diye düşündüm. Ablanın kalbi yumuşadı, kızı da torunu da sahiplendi. Sanırsın evliya. Anamı düşündüm yüreğim karardı. Beni verdikleri herifi düşündüm. O vakit bile midem bulandı.


Geçen baktım ki kızlı-erkekli kalmayı yasak etmiş başbakan. Her şeyi baştan başlayıp düşündüm. Kızı, erkeği, evliliği... Sevgi bilmezliği...

7 Kasım 2013 Perşembe

AVCI MISIN, TOPLAYICI MI?

       Kadın-erkek rollerine bugünden bakınca mağarayı dişi kuş bezer misali bir yaklaşım komik kaçıyor. Günümüz üzerinden bir baloncuk yaratınca mağarasına pazardan öteberi toplayıp getiren kadın aynı zamanda kasaptan et almak için temizliğe gidecek. Ne var ki yüzyıllar öncesinin “Bey, haydi git de avlan! Ben de ot topliyim” kafası daha hakkaniyetliymiş yev! Avcılık denilince de bugün Türkiye koşullarında en yakın imaj olarak geyik başının altında viski içen baba imajı yerine kurban kesme seramonileri canlanıyor kafamda. İç burkucu bir sahne! Kurban kesme faslında namaz etekli bir kadın, leğende duran hayvan başı, tepside et bölüştürme… Akrabalara siyah poşette dağıtılan etler… Neden bilmiyorum bu yazıda odak noktam dağıldı. Bilinç akışından bilinç akışına koşuyorum. Avlanma maratonunun son noktası zihnimde kurban eti dağıtan kadına dönüşürken bu kadın o kadın olamaz diyorum. Zira 21.yüzyıldaysak neden o kadın kadınlığından hiçbir parça taşımadan ellerinde kan, mutfağında koku hayvan parçalarıyla uğraşıp duruyor? Adam kurban etti. Sen de otur, bölüştür, pişir. Hıyk! Hiç estetik değil. En azından ideal kadın imajlarını bu sahneye oturtmak çok zor. Audrey Hepburn’ü siyah poşete et parçası yerleştirirken hayal edemiyorum. Anadolu kadınının makus talihine tüküreyim! Her türlü pis işe koşturulurken kadınlığını unutan genç yaşında 60’lık görünen biçare kadınlarımız. 21.yüzyıl bu tabloya hiç uğramamış gibi. Ne kadar şehirli kadın imajı çizilirse çizilsin bu coğrafyanın kadınının çoğunluğu böyle. Sex and the city kafalarından süzülen şehirli kadınların annelerinin çoğunun kadınlığından bertaraf edilmiş Anadolu kadını olduğu düşünülürse her kimlik fason çıkıyor.
       Bugün hâlâ “Kadın dediğin oturup kalkmasını bilecek” lakırdısının dönmesi de ayrı bir aşağıya çekme yöntemi. Oturup kalkmasını bilip saygıda kusur etmeyen Türk kadınından beklenti büyük. Kahvede oturan kocanın ve yığınla çocuğun istikbali için hamallıktan hamallığa koşması gereken bir kadın. Şimdi bu durumu yok sayıp iş bölümünden söz etmek abes değildir de nedir? İş bölümü hoş, amma velakin bu topraklardaki kadın mevzubahis olunca gerçekleşmesi zor bir şey. İş bölümü de ne canııım?! Sorumluluğun ekmeksiz bütün bütün yutulması arzu edilirken boğaza takılan taneleri birkaç iltifatla boğulmanın eşiğinden döndürmek safdillere teselli ikramiyesi. “Kızımız da pek hamarat, on parmağında on marifet” mottosuyla yetiştirilmiş küçük kadınlar…Hamarat olma görevini yaşamı boyunca yerine getiren sadık ev hanımını bir cümleyle motive etme derneği çalışmalarını yüzyıllardır sürdürüyor. Bu kafayla 2000’lere geldik. Kadınlarımız hem çalışsın, hem okusun, hem ev işi yapsın. Sırtlan babam sırtlan! Victorian dönemde dahi böylesi bir vahşet yoktu kanımca. Artık çalıştıkça bağımlılığa batan kadınlar var. Durum ümitsiz gözükse de tırnak içinde şehirli kadın olarak ifade edebileceğimiz kadınların hayatında bir kırılma var mı acaba?
Şehirli kadınlarımız bir ofiste çalışıp birkaç kuşak geridekilerin ya da fazla uzağa gitmeye gerek kalmaksızın annelerinin kaderini yıkabilmiş durumdalar mı? Şekil olarak evet! Peki ya zihniyet olarak yıkıldı mı bu kadının imajı? Üstüne iş bindirilmeye nazır yetişmiş bu kadın kimliği bir çırpıda silinebilir mi koskoca bir geleneğin üstüne? Üniversiteyi bitirmiş, çalışan kaç kadın hayatının erkeği olarak tabir edilen kabusu başına sarmaya meyilli değil? Bir kocanın boyunduruğuna girmek için can atan kadınlar…Kocaların beklentileri ise annelerini bu kadında görmek. Kadın da kocanın kendisine biçtiği bu ideal rolün hakkını vermek için işten çıkıp eve geldiğinde yemek pişirme derdine düşüyor. Öyle refleks olarak yerleşmiş roller ki bunlar. İnkar, nadiren akla geliyor. “Canım kocam, evde sıcak yemek olsun diyor. Annemin yemeklerini özledim diyor. Ben de elimden geldiğince ona bu ortamı sunmaya çalışıyorum. Yoksa garibim hep dışarıdan yiyemez ki o artık evli bir erkek. Yiğidim! Evli olmanın lüksünü yaşayacak tabii. Ben onun karısıyım. Modern kadın dediğin kiraya ortakken aynı zamanda herifinin boklu donunu yıkamayı kendine görev edinmiş kutsal eştir” iç monologları bir yana bir de duyarsızlığın diz boyu olduğu rahata alıştırma enstitüsü diyalogları vardır. Bu klişeler klişesi diyalogta ise: “- Tatlım çorba nasıl olmuş? – Anneminki gibi yapamamışsın.” Neden anasının çorbasını sunma peşindesin ki “modern” kadınım? Bırak en ufak noktada bireyselliğini ilan eden “Beni boğma, bana karışma” diyen adam kendisi yapsın çorbasını. Ah ah belki de kendi anneni yaşatıyorsun sen de… Tamam, kurban bayramında etleri bölüştürecek denli bir brutallıktan uzaklaşmışsın da yine de hem annen gibi iyi bir ev hanımı hem de baban gibi eve ekmek getirmekle mükellef adamın rolünü üstlenmen için bir klona ihtiyacın olmadığını kabul etmen hangi “hero” kafasına denk geliyor? G*tünü de yırtsan karşındaki herif ebediyen memnuniyetsiz olacak. Dudağının kenarıyla teşekkür ettiğinde dokuz parende atacak kadar acınası hâlde misin? Hem sen neden bu rolü bu kadar ciddiye alıyorsun ki? Yaşamın tadını çıkarmaya bu kadar mı ürkek yaklaşıyorsun? Yaşadığımız çağın artık post-post-modern kadınının seçeneklerinin hakkını verelim. Bu kadar korkak alıştırmayalım elimizi.
Şu aralar bir arkadaşımla kadınlık rollerinin girdabını akademide yer alan kadınlar olarak nasıl aşabilirizi konuşuyorduk. Elbette böyle yazdığım gibi toplumsal gönüllülük projesi soğukluğunda bir konu başlığı ekseninde evrilmedi muhabbet. Neyse işte, arkadaşım kadın çalışmalarında boy gösteren insanların ne denli özgür kadın tanımını kavramış olabileceğine dikkat çekti. Böyle reported speech ayarında anlatınca trt spikerine bağlamam da mevzuyu ele alışımı yavanlaştırdı galiba. Tekrar bir “neyse” patlatıp konuştuklarımızı aktarma işini toparlayayım. Özetle, bu kadar kadınlık rollerinden yakınıyoruz da neden heriflere ihtiyaç kafası devam ediyor dedik. Al bak bu devirde taşıyıcı anneler, sperm bankaları var. İster avcı, ister toplayıcı ol, dahası cesur ol dedik kendimize. Yakınmaktan gayrı binlerce single mother’a ortak ol, güzel çocuklar yetiştir. Psikopat, olgunlaşamamış eril benlikleri rehabilite edene kadar kendi işini en temiz yoldan kendin gör yevrim öğüdünü verdik birbirimize. Cesaretin var mı östrojenli yaşamaya? Varsa beri gel. Zira bu devir tam devri! Her tıbbi olanak mevcut. Aile kurmanın tek yolu kokuşmuş düzene sadık kalmak değil. Olanaksızlık edebiyatına acilen son verdiğimiz takdirde nefes alma alanlarının hiç de sanıldığı kadar uzakta olmadığını görmemiz an meselesi. Her sorumluluğun altına girip kadınlığını unutmaktansa cesurca esas sorumluluğun altına girmek bugünün kadını için en onurlu seçenek. Mağara kadınının iş bölümünü aratan bir düzenle boğuşmaya ne gerek var? Relax, take it easy! Not hard, believe me! Madem iş bölümü diye bir şey yok, varmış romantizmini yaşatmaya ne hacet? Hayal kırıklığına boy vermenin alemi yok! Kendin pişir, kendin ye!





27 Eylül 2013 Cuma

KEDİLİ KADIN OLMA FOBİSİ: YALNIZLIĞA DİRENİŞ

          30'lu yaşları karşılarken her yalnız kadın çok şartmış gibi bir iç hesaplaşmanın içinde bulur kendini. Bu yaşa kadar hayatına girmiş erkekleri, kariyer planlarını, çoluk çocuğa karışmış akranlarını düşünür. Belli kareleri geriye sarıp tekrar oynatır. Pişmanlıklarını tazeler. Tüm bunlar olurken de yalnızlığını paylaşacağı vefalı dostların listesini gözden geçirmeye başlar. Bu dostlar hemcinslerinden çok, kedi-köpekgillerdendir. Bir kadının yalnızlığı ile cebelleştiği an itibariyle “kedili kadın”a dönüşme fobisi sinyal vermeye başlar. Kedi sayısı ise bu kurguda biraz abartılı biçimde; yaşla orantılı hayal edilir. Evin her metrekaresine serpiştirilmiş türlü renk ve desendeki kediler miyavlamalarıyla bitmek bilmez yalnızlık hastalığının devası olmaya çalışır. Bu yazıda “kedili kadın” olmayı ne kutsayacağım ne de bunun acınası bir hâl olduğunu vurgulayacağım. Kedili ya da kedisiz kadının yalnızlıktan kaçış serüvenine değinmeye çalışacağım.




          “Kedili kadın” olmak başka bir deyişle "yalnız ölmek" ve sadece kedileri tarafından doğaya -bu senaryoda apartman dairesine olmalı sanırım- karışmak çok iç burkuyor değil mi? Bu konuda dürüst olup “kedili olmak olağan bir durumdur, yalnızlık olmasaydı” demekte fayda var. Buna bağlı olarak kadın-kedi denkleminde belirleyici olan zikredilmemiş yalnızlıktır. Kediyi yalnızlık fobisine alet etmek zavallıya haksızlıktır. “Bir çocuk sahibi olamadım bari kedim olsun, tüm östrojeni kediye yatıralım” kafası epey manasız geliyor bana. “Köpek değil de kediyi tercih ederim”, “Ben kedi insanıyım”, “Sevgili yerine kedi”, “(Kedileri göstererek) Bunlar benim çocuklarım”...Kedicanlar hep bir şeyin değillemesi ya da bir şeye koşut kurgulanıyor. Kedili ya da değil, yalnız olmanın nesi bu kadar kötü?

          Yalnız olmak kötüdür çünkü mahalle baskısına maruz kalırsın. Kimse senin özel hayatına saygı duymaz, kimse sana adam gibi bir daire vermez, kimse sana saygı duymaz.“X vardı, bizim coğrafya hocası. Hiç evlenmemişti. Ehe! Ondan öyle çatlakmış oğlum!”veya“Y vardı bizim ofiste boşanmış. Yazık kadına bir başına!” lakırdıları... Özetle, özellikle bir İslam ülkesinde yalnızsan gayrımeşru bir birey olur çıkarsın. Her zaman bir zavallı, her zaman bir tehdit unsuru olmanın arasında örselenir durursun. Bunlar işin toplumsal boyutu. Toplum bir baba ise birey evlatlıktan reddedilmemek için evin kurallarına uymanın lehine olduğunu düşünüyor. Toplum tarafından kabul görme endişesine bağlı olarak yalnızlık fobisi, cinsiyet kodlarına uygun davranmayla bastırılmaya çalışılıyor. Yani birliktelik/ilişki hobisine dönüştürülmeye çalışılıyor. “Hoşçakal kedili kadın, merhaba üç çocuk sahibi evli kadın!” kodu ise bu şekilde kurgulanıyor.



          Yalnız ve özgür bir kadın olmak, toplumla işbirliği bozduğu gibi tüm sorumluluk yükünün de tek başına üstlenilmesi anlamına geliyor. Bu da yalnızlık fobisini besleyen toplumsal itkilerin dışında bireysel tercihin de belirleyici olduğunu gösteriyor. Yalnız adamı toplum çarmıha gerer klişesi/arabeskinin dışında, kendi rızasıyla yalnızlıktan kaçma gönüllüsü pek çok insan var. Neticede her kadının rüyasıdır şu cümleyi duymak: “Hayatım/aşkım/yavrum sen artık çalışma! Ben sana bakarım”. Evin yükünü bir erkeğin üstlenmesi kadar güzeli yoktur. Bunun yanında iş hayatı ile evi bir arada yürütmeye artık gerek kalmaması harikadır. Bundan böyle sadece ev içi sorumluluklar vardır. Bu da sonsuz bir tatil gibi görünür. Mesai saatleri esnektir. Patron ise artık kocadır. Koca da istenildiğinde nazı niyazı çeken, zaafları bilinen görece daha iyi, anlayışlı, uzun lafın kısası amatör bir patrondur. Bu bireysel tercih, birçokları için özgür kadının halk dilindeki karşılığının neden “enayilik”olduğunu da gösterir. Neticede hangi kadın akşam iş çıkışı beş litrelik iki suyu canı çıkarak taşırken bir şövalye tarafından bu durumdan çekip çıkarılmak istemez ki?!


“Dominant ve yalnız kadın olmak” da ayrı bir enayilik kriteri olarak algılanır. Sevgililikte sorumluluk tiryakisi, baskın kadın imajı çoğu kez rol karmaşasıyla sarsılır. İlişki ise hezimetle noktalanır. Şöyle bir tablo düşünün çalışan bir kadınsınız. İş çıkışı alışveriş yapıp eve geliyorsunuz. Güzel bir yemek hazırlayıp birlikte olduğunuz adama sunuyorsunuz. Sonrasında beraber bir şeyler içmeye gidiyorsunuz. Hesabı asla ona ödetmiyorsunuz. Akşam eve döndüğünüzde bilimum kadınlık vasıflarınızı sergiliyorsunuz. Sizden başarılısı yok. Bir kavga anında da “Beğenmiyorsan s*ktir git!” diyebiliyorsunuz. Sonuç: Elde var sıfır! Yani enayilik mertebelerinin en yükseğine erişmek. Onca emek boşa gitti. Erkeğe atfedilen bilimum sorumluluklarla birlikte mükemmel kadın tanımına uymayı sağlayan sorumlulukların el ele yürütülmesi, belki de yarı erkek yarı kadın bir mutasyon yaratıyor. Bu da dominant kadın tanımının yeniden düşünülmesi gerektiğini gösteriyor. Erkek gibi kadın olmakla kastedilen nedir? Hem erkek hem de kadın olmak! Amma zor değil mi? En azından “kocam” dediği adamın cefasını çeken birine göre bu kadın “hiçbir şeyi” olan bir adamın cefasını çekerek aptallık etmiş oluyor. Cinsiyet rollerinin alayını üstlenip sonunda ödüllendirilmemiş olmak bu kadın tipinin “enayi” görülmesine yol açıyor.

          Enayinin tam tersi de erkeği sömüren “kurnaz/fettan” kadın. İstediğini elde etmek bu kadının sanatı. Sorumluluğu erkeğine yıkıp her şeyin ayağına serileyeceğini düşünen kadın “akıllı” kadın olarak görülüyor. Kocası kazanacak, o yiyecek. Yediği şeylerin yanında kocasından işittiği lafların bir önemi yok. Neticede bu feminizm zırvaları karın doyurmuyor. Her sınıftan kadın bir şekilde eziliyor. O ise en azından kocasının aldığı arabaya binip onun kredi kartı limitinden harcama yapıyor. Erkekler bu kadından korkarken onun çocuksuluğuna ve muhtaçlığına da bir şekilde bayılabiliyorlar. “Akıllı kadın vallahi”. Bu kadın her izdivaç programının onaylayacağı cinsten on numara, beş yıldızlı iş başarmış oluyor.Yine de insan kendine ait olmayan bir şeyin sefasını ne kadar sürebilir? Kadına “akıllı” denilmesinin sebebi de belki erkeğin kaynaklarını kendine harcaması. Yine de erkeği elinde tutmak için her daim bakımlı olmak zorunda hissediyor. Kendini olmadığı birine dönüştürüyor. Ne kadar “akıllılık" gibi görülse de her şeyin bedeli olduğunun farkında ve özgürlüğünü meta ile takas etmişken buluyor kendini.
          “Enayi” ya da “kurnaz” olarak görülen kadınlar... Bu kategorilerin hepsini topladığımızda beklentiden arınmış kendi için yaşayan bir kadına ne yaparsak yapalım ulaşamamak çok hazin. Sanki bir yerde ne kadar bağımsız olursa olsun kendini zorla bir bağımlılığa teşvik ediyor kadınlar. Bir başkasının varlığı olmadan yaşayamıyorlar. Dolayısıyla yalnızlıkla kadının kavuşmasında toplumun yalnız kadına ettiği muameleden daha esaslı bir engel çıkıyor: Annelik. Var olmak için bir şeyi sevmek ve o şey tarafından sevilmek. Bir sevgiliye ya da eşe duyulan ihtiyaçtan da kuşatıcı olan anne olma ihtiyacı. İki cinsi birbirinden ayıran biricik fark. Çocuk olmadan anne olmaz. Çocuk varken yalnızlık olmaz.

           Kadın rolleri değişse de değişmeyen tek şey annelik iç güdüsü. Dolayısıyla kedili ya da kedisiz, yalnız ya da değil bir kadının kendine atfettiği esas rol anneliktir. “Kedili kadın” belki de çocuksuzluğuna kedili olmayı ikame ederek anne olur. Anne olmak da kadının asla atılmak istemediği yalnızlık serüveninin en ikna edici bahanesidir. Var olmak için varlığına ihtiyaç duyan bir yaratık, yalnız kalmanın panzehiridir. Minnet duygusu aşılayarak yetiştirilen insan veya kedi yavrularıyla yalnızlıktan koşar adım kaçmak pek kolaydır. Bu biraz kadının varlığını kutsamada da işlevseldir. “Ben olmasam onlar ne yapar. Ne yer, ne içerler?” birliktelikte kendine paye çıkarmanın kutsal cümleleridir. Sevgisine ihtiyaç duyan maşuklar olmadan kadın olamayacağını düşünmek temel çıkmazdır. Kedili ya da kedisiz yalnız kalma korkusu kadında bakidir. Bu yüzden kadının boynu hep eğiktir. Zaafını bildiğinden bağışlayıcıdır çoğu kadın.






20 Eylül 2013 Cuma

KANATLISI KANATSIZI HAVADA UÇUŞUYOR AZİZİM!

               21.yüzyılda bir kadının hayatını zorlaştıran faktörlerdendir periodik vaka. Bazen vaka-yı hayriyye bazen de seyahat engelinin, performans kaygısının ve hatta beyaz giyme söz olurun adresidir menstrüasyon. Bu dönemde hem iş yaşamının hem evin sorumluluklarını sırtında taşıyan biçare kadının dayanıklılık gücü türlü kanatlı kanatsız pedlere bağlıdır. Her amazonun favori kalkanı bir ağrı kesici sonrasındaki seçimine bağlı olarak şekillenir. “Kanatlısı kanatsızı” olağanca “terbiyesizliğiyle” ve çeşitliliğiyle amazonun önüne serilir. Damla sayısı ise silahın gücünü gösterir. Damla sayısı arttıkça kalkan güçlenir. Bugünlerde teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin adeta Ortaçağ’ın cadı avı gibi kadının varoluşuna tahamülsüzlük ivmeleniyor. Hamile kadın, regl olan kadın, etekli kadın, dekolteli kadın, kısaca kadın olmanın en doğal hâllerine katlanamayan bir erkek sürüsü ile başa çıkmak çok güç. İşte bu güçlüğe dekolte vermeden göğüs germeye çalışırken “Pedlerin tılsımlı bir gücü olsaydı nasıl olurdu?”nun cevabını düşünmeye başladım. Biz amazonların gizli silahları pedler!!!! Pedlerin gücü adınaaaaa!!!
         
             Neticede kısıtlayıcı erkek figürlerin bini bin para değil mi? Bunun karşısında birer amazon veya süper kahraman olduğumuzu varsayarak pedlerin dünyasına dalalım, bakalım neler olacak? Öncelikle “günlük
ped”den başlayalım. Bu arkadaş kanatsız bir melek adeta. Her gün kendimizi güvende hissetmemizi sağlayan günlük pedin hareket özgürlüğü, yol tutuşu da paha biçilmez. Her şeyde olduğu gibi hakkında “Ayol onlar zararlıymış” denilse de “Hijyen benim göbek adım” düsturunu benimseyenlerin favorisidir. Gel gelelim bazı anlarda tahammül sınırını arttırmak amaçlı daha iyi bir silaha ihtiyaç duyabiliriz. Bu da “normal ped”dir.
       
 Normal ped, her normal insanın kullanabileceği insani damla gücüne sahiptir. Kendisi genellikle kanatlı olup günlük işlerle boğuşurken pegasus gibi şahlanacaktır. Normal ped, normal durumları kurtarsa da
şarjörün sık doldurulmasını ve gün içinde silah arkadaşınıza sıkça “Arkamı kontrol etsene!” demenizi gerektirmektedir. Arı Maya’yı çağrıştıran reklamlarında kuru petek dokusu savunma sanayimizin en tercih edilen ekipmanıdır. Ne var ki “normal ped” de anormal durumları kurtaracak bir “ultra gece” değildir.
         
Ultra gece” ise adından da anlaşılacağı üzere caps lock’u açık bırakmışçasına “Höhhhht!” bir koruma sağlar. Reklamlarda voleybol oynayan ablalar, beyaz pantolla Bebek’te, Arnavutköy’de, kısaca bilimum sahil şeridinde üç beş tur atanlar ancak ve ancak “ultra gece” ile sıfır tedirginlik mutlu mesut gündelik-haftalık-aylık-senelik yaşamın koşturmasına devam edecektir. Gece gece en savunmasız anlarda dahi mışıl mışıl uyutan bir uyku kardeşidir “ultra gece”. Genellikle kanatlı bir tür gece kuşudur.
         
  Cephede her türlü ayılıkla savaşırken, arkamızı kontrol edecek biri yokken dahi özgüven aşılayan kanatlı kanatsız dostlarımızın bazen de bahar esintileri ile bizleri karşıladığı görülür. Parfümlü olarak tabir edilen bu dostlar pembe paketleriyle günümüzü aydınlatır. Koruma ile birlikte çiçek desenlerini ve bahar tazeliğini de amazonun hayatta kalma defterine nakşeder ilmik ilmik. Neticede bu sözleri abartılı bulmayın. Çiçek desenleri ile romantik bir ped olduğunu on metre öteden haykıran bu ped için başka ne söylenebilirdi ki?
             Son olarak pedimize bile katlanamayan cenahların olduğu bu absürtlükler diyarında sancılar içinde kıvranırken utanmadan sıkılmadan size ped alan bir babanız veyahut bir erkek arkadaşınız varsa onun değerini iyi bilin demekle beraber sadece bu kriterin yeterli olmadığını hatırlatırım. Aslında tüm kadınlık hâllerinizi seven erkek cenahlar varsa onlara sarılın demek en doğrusu galiba. Zaten her şey ekstra zorken bir nebze kolaylaştıran biri varsa nesli tükenmekte olanlardan haberiniz olsun. Yoksa da benim gibi ped dostlarınıza sarılıp kanatlı-kanatsız birer Khalessi’ye bağlayın! Hörmetler efenim!

30 Haziran 2013 Pazar

İNSANCA YAŞAMAK İÇİN...

                            ANKARA İÇİN MOLA VAKTİ

               Gezi Parkı'nın yok edilmesine ve beton yığınına dönüştürülmesine karşı başlayan tepki giderek kapitalizmin doğayı ve insanlığı topyekün tüketmesine duyulan tepkiye dönüştü. İstanbul'dan dünyaya yayıldı. İstanbul'dan diğer illere adım adım yayılan halk direnişinin en çetin geçtiği şehirlerden biri Ankara'ydı. Polis müdahalesinin, şiddetinin, gözaltıların giderek artması hatta helikopterlerle taaruza geçilmesi, boş sokaklara dahi gaz bombası atılması neyin işaretiydi? Önüne geçilemeyen kararlı halkın gücüne karşılık duyulan korkunun mu? Yoksa bürokrasinin kalesini koruma hevesinin mi?
          İstanbul'da şarkıların söylendiği, halkın birbirine kenetlendiği anlarda Ankara'da adeta vahşet yaşanıyordu. Memurun ve öğrencinin kenti olan Ankara'nın asıl kimliği bürokrasi kenti olması etrafında şekillendiğinden mi bilinmez bu kimliği korumaya yeminli polisler nöbetleşerek kelimenin tam anlamıyla hiç soluk aldırmadı. Halk elbette çatışma gönüllüsü değil, sadece haklarını istiyor. Bu uğurda gencecik insanların öldürülmesi çok acı.
                Ethem Sarısülük'ün başından vurulduğu günün üzerinden bir ay geçti. Güvenpark artık birçoğumuz için Ethem Sarısülük Parkı. Ne var ki direniş sesleri bugünlerde azalmış gibi. Temmuz
ayını karşılarken çatışmanın en yoğun yaşandığı, insanların binalarda mahsur kaldığı Kızılay dahi boşalmaya başladı. Kennedy caddesi bomboş. Sakarya akşamları 1 ay öncesindeki gibi. Köşe başlarında duran tomaların dışında sokaklar direniş öncesinin rutinine geri döndü.Tunalı Hilmi'de gündüz belirli saatlere kadar direniş öncesindeki gibi gündelik hayat her zamanki hâlinde seyrederken havanın biraz biraz karardığı akşamüstü saatlerinde halk giderek sokaklara dökülmeye başlıyor, akşamdan geceye sokakların yüzü değişiyordu. Bugün akşamdan geceye de hayat giderek direniş öncesi sakinliğine döndü. Buna karşılık belki de birçoğumuz ilk kez hayatın normale dönmesini, dolayısıyla bir şeylerin değişeceği umudunu yitirmek istemiyor. 
                Tam da Ankara Temmuz ayını sessiz mi karşılıyor derken Halkevci kadınlar eylem programlarını duyurdular. Lgbt yürüyüşü kadar ses getirmese de anlamlı bir toplanma olacak. Bu kez polis şiddetine ve tacizine uğrayan, tutuklanan kadınlar için, kadın düşmanlığına karşı Ankara sokaklarını açacak. İnsanlığa karşı işlenen suçlara dur çığlığı Adliye'de ve Güvenpark'ta yükselmeye devam edecek. Son günlerin sessizliğinin ise Ankara için bir nevi mola vakti olduğunu düşünmek istiyorum. Dilerim Ankara'nın sesi hiç kesilmez. Ruhu ise bürokratlara yedirilmez.

1 Nisan 2013 Pazartesi

SUAT DERVİŞ'İ YENİDEN OKUMAK


                           SUAT DEVİŞ’İ YENİDEN OKUMAK


Suat Derviş bu zamana kadar çeşitli kimliklerin atfedildiği bir yazar olarak karşımıza çıkmıştır.  Nazım Hikmet’in Suat Derviş’i yazdığı düşünülen Gölgesi şiirinde “Bir kere eğemedim bu kadının başını” dizesinde bahsedilen “başını eğmeyen kadın”, erkek matbuatında ışıldayan bir “kadın” gazeteci ve yazar, dört evlilik yapmış olduğundan “çapkın” bir kadın, “komünist yazar”, “feminist yazar”, “toplumcu gerçekçi yazar” gibi türlü yakıştırmalarla anılmıştır. Özellikle erkek dünyasında kadınlığıyla var olan güçlü ve marjinal bir imaj yakıştırılırken yaşamına baktığımızda, kitaplarını okuduğumuzda karşımıza kırılgan bir kadın olarak çıkıyor. Kitaplarını okuduğumuzda ne ateşli bir komünist ne de sıkı bir feminist yazar görüyoruz. Suat Derviş neredeyse ideolojik temelli hiçbir düşünce barındırmayan, belki fazlasıyla örtük, çekingen göndermelerin seçilebildiği kitaplarla karşılamış okurunu. Araştırmacılar içinse Marksist okumadan çok hiç de zorlama olmayacak psikanalitik okumaya teşvik eden kitapların yazarı denemenin yerinde olacağı kanısındayım. Ne var ki toplumsal dönüşümün İstanbul sokaklarına taşındığı özellikle son yapıtlarında sınıfsal katmanları gözlemlemek de mümkün.
Yaratılmış Suat Derviş imajı bir yana Suat Derviş Osmanlı’dan Türkiye’ye bir medeniyet dönüşümünün esintisinde yaşamış bir yazar. Dolayısıyla seçimleri ile toplumsal dönüşümü hayatında yakın mesafeden deneyimlemiş yazarlardan biri. Denilebilir ki Osmanlı’nın son döneminden Cumhuriyet’e,  İkinci Dünya Savaşı’ndan çiçek çocuklara, Deniz Gezmiş’in idamına kadar toplumsal dönüşümü her hâliyle solumuş bir yazar Suat Derviş. Toplumsal dönüşümün yakın tanıklığı kadar -özellikle son yapıtlarında- sınıfsal katmanlara dair gözlemleriyle de ilgi çekici. Yapıtlarında okurunu bazen naif bir Tanzimat romanı karakteri, bazense varoşların gülü bir hayat kadını ile buluşturması belki de yazarın bu özelliğinden ileri geliyor.  
Tıpkı kitaplarının trajik sonu gibi bir hayat; parlayan bir yıldızın yalnız ve sessiz sönüşüdür Suat Derviş’in hayatı. Saraydaki sultan bebeklerini dünyaya getiren modern bir babanın sunduğu hayatın ışıltısından yalnız başına zar zor geçimini sağlayarak öldüğü evreye kadar inişlerin çıkışların iç içe olduğu sıra dışı bir hayat ve birbirinden farklı yapıtlar…
Suat Derviş aynı zamanda bugün okuruyla buluşamayan bir yazar; çünkü çoğu günümüz Türkçesi’ne çevrilmiş ve kitaplaştırılmış olan yapıtlarının baskısı tükenmiş durumda. Oysa yazarın yapıtları bilhassa edebiyat araştırmacılarına yeni okuma ufukları sunacak yüzlerce satırla dolu. Yayın dünyası ile birlikte Yeşilçam da yazara hakkını teslim etmemiştir. Fosforlu Cevriye yazık ki sinema sektörü tarafından katledilmiş bir eser.
           Son eserlerinden Fosforlu Cevriye tiyatrodan hak ettiği değeri bulurken sinemadan hak ettiği değeri bulmak şöyle dursun büsbütün “kitsch”leştirme projesine tabi tutulan bir filme dönüştürülmüştür. Eseri büsbütün metamorfoza uğratan korkunç bir senaryo. Bugüne değin çekilmiş iki filmde de Fosforlu’nun samimi, gerçek dünyasını yansıtamamış, sade külhanbeyi nidalarıyla karşımıza çıkan mutasyon Fosforlularla akıl bulandıran yapımlar. Liz Behmoaras Suat Derviş Efsane Bir Kadın ve Dönemi başlıklı biyografi kitabında yazarın film şirketinden ödemesini istemek üzere yazdığı mektuba yer verir. Bu mektupta şu cümleler yer almaktadır: “Efendim, bu kadar küçük bir para için sizi hiçbir zaman rahatsız etmek istemezdim fakat yirmi gün evet kocamı kaybettim. Bu kadar gülünç bir paraya ihtiyacım var. Şimdi içinde bulunduğum perişanlığım geçer geçmez yeniden iş yapma imkânları için sizi göreceğim(…)”(262). Bu ifadelerden anlatılan hikâyenin yazarına rağmen kötü bir senaryoya dönüştürüldüğü de çıkarsanabilir. Belki de Derviş kitabını filmleştirilebileceğini düşünerek yazdı. Fosforlu Cevriye hikâyesiyle Ağır Roman kadar sert olmasa da yeraltının sesini kadın duyarlılığı ile veren iyi senaryoyu hak eden bir yapıt.
Suat Derviş’e dair söylenecek, yazılacak çok şey var. Şimdilik genel bir yazı ile okurunu ezber bozan okumalara davet eden bir yazar olduğunu yazmakla yetineceğim. “Suat Derviş yeniden okunup başka metinlere (film senaryolarına) taşınacak nitelikle tılsımlı kitapları ile okurunu bekliyor” demek isterdim tabii okunabilirse.

                       

1 Mart 2013 Cuma

08.03.2013 KADIN CİNAYETLERİ



           
            Kadına yönelik şiddet olayları zikredilirken genel kanı şiddet olaylarının artması veya daha önce de gerçekleşmesi; ancak medyada bu denli yer bulmaması etrafında şekilleniyor. Gerçekten de kadına yönelik şiddette son zamanlarda bir artış mı söz konusu ya da bu öteden beri olan bir şey mi? Aslında 8 Mart’ı karşılarken “kadına şiddet”i kınama noktasında akla gelen bu gibi soruların cevabını düşünürken şiddetin sadece kadına yönelik olmadığını vurgulamak abes olmayacaktır herhâlde. İnsanlık şiddet üzerinden topyekün vicdanını yitirmiş vaziyette. Sözgelimi kadına, erkeğe, çocuğa, doğaya, hayvana, hemen hemen her şeyi tahrip etme, yok etme arzusu var.
Şiddetin kaynağının ötekileştirmede yattığını düşünüyorum. Özellikle yaşam stili farklı olana, kendini genelin dışında tanımlayana karşı bir tahammülsüzlük hâkim, tabii buna bağlı olarak da şiddetin derecesi artıyor. Bu tahammülsüzlük “öteki” olarak görülenin yaşamına dahi mal olabiliyor. Geçelim farklı dinden, etnisiteden insanların birbirlerine kendi yolunu dayatmadan bir araya gelmesini, sadece farklı yaşam stiline sahip insanlar bile birbirlerini yargılamaya teşne. Buna karşılık ikide bir “diyalog” kelimesinin ağızdan ağıza dolaşması fazla ironik. Monologlar ülkesinde farklı sesleri işit işitebilirsen.
 Ötekileştirme ile şiddet arasında organik bir bağ var. Ötekileştirme devletin halkı kolayca manipüle ettiği yollardan biri. “Benim gibi ol!”mottosu üzerinden geliştirilen dayatma şiddetin çıkış noktası. Henüz özgün benliğini yakalama cesareti olmayan bireylerin yaşadığı bir toplumda benlik inşasının manipülasyonlarla idare edildiği ortada. “Sen şusun/ şunlardansın/ şucusun” ile baştan kimliği tayin edilen insanlar körü körüne inandıkları sistem ile işbirliği yaparak kendileri gibi olmayanın yaşamasına dahi izin vermezler. En ufak bir fikir ayrılığı bardağın taşmasına bahanedir. En nihayetinde fanatik olarak adlandıracağımız kitleler kendileri gibi olmayanları öldürmeyi hak görürler kendilerinde. Bu noktada Türkiye'de şiddet olaylarının artması değildir mevzu. Bence asıl odaklanılması gereken şiddetin kronolojisi veya dozajı değil, nasıl ortaya çıktığı. Başka bir deyişle fanatiklerin cinayetlerinin arkasında yatan nefret ve bunu körükleyen faktörlere yoğunlaşmada fayda var.
 Kendinden başkasını sevmek aslında böyle kaotik, nefret dolu bir ortamda ne kadar güç. Çıkar söz konusu olmadan farklı bireylerin bir araya gelmesi ne büyük bir ütopyaya dönüştü. Nefret söylemi her yandan yükselirken toplumsal paranoya da artıyor.  Paranoya ise korkudan besleniyor. Her an telefonunun dinlendiği paranoyasıyla yaşayan insanlara dönüşmüş hâldeyiz.
                  Korkunun dönüşümü de bana ilginç geliyor. Kitaplar toplatılıp yakılırken de aynı korku vardı. Şimdi kimse yasaklı olmamasına karşın bazı kitapları okumuyor. Çünkü ilgi kasıtlı olarak yok edildi. Farklı düşünceleri ifade ederken, basit ve özel gündelik konuşmaları gerçekleştirirken de bu korku çepeçevre sarıyor bizleri.
  Özel hayatımız ellerimizden kayarken her şey ivmeli biçimde tek tipleşecek gibi görünüyor. Özel olanlar genele evrilecek. Yakında inandıklarımızı da ifade edemeye edemeye onların da yitip gidişine seyirci kalacağız. Gelecek kuşaklarsa yitirdiklerinin dahi farkında olmayacak.
 Baştaki sorunun cevabına gelirsek şiddet ve buna bağlı olarak korku hep vardı; ama zorbalık ve diktatörlükten haraç yiyerek her geçen gün gücüne güç katıyor. Belki sevmeyi, şefkati hatırlarsak, insan olmaya sarılırsak, bir Budist gibi başka bir bedende yeniden var olma ihtimalimizi düşünürsek farklı olanı incitmez, tahrip etmez ve hatta öldürmeyiz. Özgün benliklerin keşfedildiği ve ifade özgürlüğünün sağlandığı, barış dolu 8 Mart’lara… 

1 Şubat 2013 Cuma

ÜNLÜ OLMAK HEPİMİZİN RÜYASI




Görsellerle Yaşıyorum
Hepimizde ünlü olma sevdası var değil mi? Haydi, itiraf edelim. İnsanların gözü üzerimizde olsun. Magazinciler peşimizden koşsun. Neredeyiz? Kiminleyiz? Hangi lokantada, ne yiyoruz? Hepsi takip edilsin istiyor olabilir miyiz? Ya da bugün ne giydiğimizi? Yoksa ne diye Facebook ve Twitter üzerinden ulusa sesleniş yapar gibi iletiler paylaşıyor olalım, dakika başı check in yapalım, boy boy fotoğraflar paylaşalım ki? Neden başkaları tarafından delicesine takip edilmek isteyelim ki? Neden yediğimiz künefenin dahi fotoğrafını çekelim ki? Tabii bunun psikolojik alt yapısında ele güne karşı ne kadar mutlu olduğumuzu kanıtlama çabasının yattığı kanısındayım. Gerçekten mutlu olan bir insan neden bunu başkalarına kanıtlamaya çalışsın di mi ama? Neyse şimdi bu konulara girip kafalara ütüyle buhar püskürtmeyeyim. Zaten yeterince “neden” kelimesini kullanmışım. Ne demiştik? Evet, ünlü olma vebasının insanlığı nasıl kırdığından söz ediyorduk. Çok mu ünlü olmak istiyoruz. Zaten ünlülük denilen şey denenmiş değil mi? Artık her şeyin dondurulmuşu var. O zaman biz de ev ekonomisi yapıp evimizdeki imkânlarımızla kolayca mevcut ünlülere benzeyelim mi? Haydi görsellere...!

Gündelik hayatımızda iş stresi bizi sarmış, çevremizdekiler üstümüze üstümüze gelirken hangimiz İzzet Altınmeşe olmak istemeyiz ki? Böyle anlarda en güzel yöntem hemen boş bir sayfa alıp sayfanın ufak bir bölümünü dairesel hareketlerle siyah keçeli kalem yardımıyla boyayıp aynı bölgeyi, delgeçle delmektir. Sonrasında gülümseyin ve gülücük kıvrımınıza vazelin sürün. Üstüne elde ettiğimiz dairemizi yapıştırınca işte size İzzet Altınmeşe görünümü. Yakınlarınızı yeni görüntünüzle şaşırtabilirsiniz ;)

Ivana Sert her televizyon bağımlısı, moda tutkunu kadının idolü! Hepimiz insanlar ağzımızın içine baksın, bizi dinlesin isteriz. Ivana Sert aksanıyla Türkçe konuştuğumuzda her kelimemiz ayrı bir dikkatle dinlenecektir. Bunun için hemen tüm sentaks yapımızı darma duman etmeliyiz değil mi? Hemen büfenize koşun. En seçkin içkilerinizi bardağa koyun. İçin içebildiğiniz kadar! Konuşmanızdaki değişimi çevrenizdekiler de fark edecek.


Murat Boz görünümüne sahip olmak da ev ekonomisi metodlarıyla mümkün. Hemen Orta-2'de giydiğiniz t-shirtünüzü dolaptan çıkarın. Orta-2'den kalması önemli. Yani Orta-1 veya Orta-3 kıvamı bozuyor. Bir işi yapmışken ta yapalım. T-shirtün yakasını "V" şeklinde özensizce kesin. T-shirtü giyin. Dar değil mi? Olması gereken de bu zaten! Hatlarınızı belli etmekten çekinmeyin. Dar t-shirt yağ topaklarını dahi kas gibi gösterecek green screen efektine sahiptir. Daha fazlası için bronz allık, pudra, vs.'ye başvurun. 

Şen kahkahalar atmak, hemen her şeye pozitif yaklaşmak hepimizin hayali. Oysa bizler özenle yapılmış esprilere dahi gülemeyecek kadar katı ve gerginiz. Gönül isterdi ki koy verelim. Hahaha, hihihi gülelim eğlenelim. Saba Tümer'i izlerken bu hâline özendiğinizi itiraf edin. Çözüm size bir eczane kadar uzak. Anti-depresan alın. Ekmeksiz yutun. Artık hayat bildiği gibi gelebilir!
Dilberay etkisiyle dikkatleri üzerinize çekmeyi tercih edenlerdenseniz yapmanız gereken hemen mutfağınıza koşmak. İlk çekmeceyi (genellikle ihtiyacınız olan şey oradadır) çekin ve bir adet çatal alın. Sonra çatalın dışa bombeli yüzeyini değil diğer tarafını yüzünüze tutun ve fotoğraf veya videonuzu çekin. İşte kendi efektinizi kendiniz yaptınız hem de çok gerçekçi oldu değil mi? "Kader[e] mahkum" oluşunuzu bu yolla dünyaya anlatabilirsiniz.

1 Ocak 2013 Salı

HOW I MET YOUR BEAST







KIYAMET GÜNÜ TESTİ


         Merhaba sevgilim okur! Son günlere damgasını vurup nanik yapan havadis sanırım kıyamet gününün 21 Aralık’ta gerçekleşeceğinin habercisi olan Maya tabletlerinin bulunuşuydu. Türetilen spekülasyonlar ekseninde Aralık’ın sonlarına doğru hepimiz takvimi boşaltıp efsanevi gezegen Marduk’un dünyaya çarpmasını beklemek suretiyle bilim-kurgu kafası yaşayacağız. İnsanlığın kurtuluşu, “Tüm dünya bitti bir biz kurtulduk! This is America! Fuck you! Obey me!” fikrî külliyatına yeni bir eserin daha eklenmesi, ‘Only robots will exist’ aforizmalı magnetlerin satış stratejileri,  ‘Başka gezegende hayat vardıydı da biz mi gitmedik?’, ‘Vizem yok a.q!’,‘Neyleyim kullanıcısı olmayan google hesabını!’, ‘Akşama ne pişirsem?’,  ‘Aradığım kişiye neden ulaşamıyorum, ne haltlar karıştırıyor?’, ‘Bugün ne giysem?’, ‘Kuzey-Güney’in son bölümünde ne olacak?’ gibi konu ve sorular için acil yardım hatları kurulacak.
         Bilim adamcağızları da sağ olsunlar endişe katsayısını arttırmak için “Guatemala’da yer alan başka bir Maya mahallesinde de tablete rastladık. O da ‘21 Aralık’ta dünyayı sıçırtacak şeyler olacak’ diyor. Bu da size kapak olsun. Ha-ha-ha! Lan şaka yaptım! Yok öyle bir şey! Hiç olur mu oğlum! İnandın mı? Ne safsın lan!” dercesine kafa bulandırıyor. Hâsılı, en güzel yaklaşım kapitalizm düsturunu benimseyen işletmelerden geldi. “21 Aralık Kıyamet Günü Partisi” etkinlikleri ile işletmeler coşum oldu. İlk içki bedava, hatta yok yok fix menü- fix hesap. “Fix hesap girişte verilecektir, kıyamet ayağıyla hesabı ödemeden kaçan panik-atakçılara karşı müessesemizin bir önlemidir. Kurallara uyduğunuz ve bizi kırmadığınız için teşekkür ederiz. Unutmayın, kıyamet kopmazsa yine biz kazanırız”.
         Bendeniz de şu Marduk’u azıcık ciddiye alıp ölmeden önce yapılması/yapılmış olması gerekenler listesi hazırlansa nelerin listelenebileceğini düşünmeye başladım. Bu düşünme sürecinin ardından ak sakalımla (evrensel bilgelik ölçütü) bir test hazırlamaya karar verdim. Bakalım ne menem bir hayat yaşamışsınız, nasıl bir kişiliğimiz varmış da biz farkında değilmişiz. İşte Marduk testi:

1) Ömrünüzün son demlerine yaklaşıyorsunuz. Hayatınız en sevdiğiniz mp3’lerle senkron biçimde gözünüzün önünden geçerken en favori anınız hangisi?
a)     Çekirdek aileyle çekirdek çitip tombala oynadığım yılbaşı gecesi.
b)    İbiza’da hangover olup Alessandra Ambrosio ile tekne turu yaparken acı kahveyle açılmaya çalıştığım gecenin sabahı.
c)     Facebook’a fotoğraf upload edip, arkadaşlarımın paylaştıklarına yorum yazıp, beni kim eklemiş-silmiş takip ettiğim an.
d)    Öss’ye girerken okunmuş şeker yediğim an.

2) Meteor/gezegen/fil dünyaya çarptı çarpacakken kimin yanında olurdunuz? Başka bir deyişle kimle “son yemek” yerdiniz?
         a) Anamgil, babamgil, dayımgil, amcamgiller, Çiçek Dilligil’le
         b) Sevgilimle
         c) Tanımadığım insanlarla (Sevdiklerimle toplu ölüme seyirci olmak yüreğimi burkar! Anlıyo musuğn?!)
         d) Kimi tanıyorsam toplar, hepsiyle ölerim.

3) Peki sona yaklaşırken içinden hangi şarkı çalıyor?
a)     “Aya Benzer Yüreğim” by Mustafa Sandal
b)    “The End” by The Doors
c)     “Zorunda Mıyım?” by Dilberay
d)    “Kill ‘Em All” by Metallica

4) Ölmeden önce son bir dilek hakkı verilse neyi dilerdin? Dikkat! Bu şaşırtmacalı bir soru. Yani “Gezegen teyet geçsin, insanlık ve dünya barışı” gibi şeyler dileme hakkın yok. Özetle, yapıp sonunda öleceğin bir şey dile dostum!
a)     Carlos Santana’dan gitar dersi almak
b)    Jeniffer Lopez’in totosunu ellemek
c)     Son bir sigara içmek
d)    Almanya’daki akrabaları aramak

5) Son sözlerin muhtemelen ne olurdu?
         a) “Eşhedü en la…”
         b) “Seni seviyorum aşgım, ölene kadar değil hem de sonsuzluğa kadar”
         c) “Cüzdanındaki parayı ben çalmıştım Korhan”
         d) “Nayır, nolamas, nölemeyiz!”

6) Tut ki kıyamet koptu. Ancak sonrasında sadece iki insan evladı hayatta kaldı ve insanlığın kurtuluşu/devam etmesi onların elinde. Bu ikili kimler olurdu?
         a) Eminem-Rihanna
         b) Hakkı Bulut-İzzet Altınmeşe
         c) Miranda Kerr-Orlando Bloom
         d) Cüneyt Özdemir-Soner Yalçın

7) Bu özel günü dünyanın neresinde geçirmek isterdin?
a)     Sardunya Adası
b)    Gine
c)     Bilecik
d)    Bakırköy

8) Kıyamet kopana kadar arkadaşlarınla seri film izleme kafasına girdiniz aşağıdakilerden hangisini seçerdiniz?
         a) Star Wars
         b) Zor Ölüm
         c) 3 Renk
         d) Hababam Sınıfı

CEVAP ANAHTARI
……..1.SORU……..
A dediysen resmen bayıksın.
B dediysen dibine kadar yaşamışsın, rahat rahat ölebilirsin.
C dediysen ufkuna tüküreyim! Bari şimdi yapma!
D dediysen ‘Ne Öss’ymiş arkadaş!’
……..2.SORU……
A dediysen evcimenlik, aile sevgisi de bir yere kadar değil mi ama? Azıcık farkındalık!
B dediysen başka insan tanıma zaten! Hapsolmuş zihnin iplerini salmalısın.
C dediysen duygusallıkla beraber değişim tutkusu sarmış dört bir yanını.
D dediysen kolektif çalışmaların adamısın.
…….3.SORU……
A dediysen müzik zevkin ilkokul üç!
B dediysen yerine göre davranmasını bilen bir kişiliksin.
C dediysen “Yok efenim zorunda değilsiniz de, yağniiii kem küm!”
D dediysen burada gezegene sesleniyorsun.
…….4.SORU……
A dediysen diyelim ki öğrendin, nerede-kime çalacaksın?
B dediysen sonuca dönük hareket eden, pratik zekalı bir insansın.
C dediysen ne olur yavaş iç, yavaş iç.
D dediysen klişeler sana haz veriyor resmen.
…….5.SORU……
A dediysen geleneklerine bağlısın.
B dediysen aşgın kadar meteorla burun burunasın.
C dediysen anlık itiraflarla pratikliği birleştirme kabiliyetin yüksek.
D dediysen Yeşilçam’dan gayrı film bilmez misin sen?
……6.SORU…….
A dediysen klipte gördüğün gibi değiller onlar anam!
B dediysen değişik türlere gebe bir dünya için el ele.
C dediysen daha iyi bir gelecek için bir mum da sen yaktın.
D dediysen fazla televizyon izlemekten beynin bulanmış.
…….7.SORU……
A dediysen egzotiksin.
B dediysen delisin.
C dediysen şakacısın.
D dediysen Allah belanı versin.
…….8.SORU……
A dediysen uzayın dibisin.
B dediysen boşuna ayak diretiyorsun.
C dediysen en çok hangisini sevdin?
D dediysen ezberlediğin replikleri arkadaşlarının yanında söylemek sana ayrı bir hava katıyor.