23 Haziran 2015 Salı

Kadının Fiziğine Değil, Fizikçisine Odaklanmak

ALMANYA'DAN BİR KADIN PORTRESİ: TÜLİN KARABULUT ARDIÇ İLE FİZİK ALANINDA KADIN OLMAYI, EĞİTİM SİSTEMİNİ VE GÜNEŞ ENERJİSİ İLE ÇALIŞAN FIRININI KONUŞTUK

“Fizik okumaya başladığımda aslında fark ettim ki, bütün kadınlar fizik okumalı. Çünkü fizik demek doğanın kendisi demek. Doğa demek ise kadın demek benim için”

Duygu Yavuz: Tülin, bize biraz kendini tanıtman klişesi ile röportaja başlamak istiyorum. Mütevazı oluşundan kendinden bahsetmenin ne kadar sancılı olduğunu tahmin ettiğimden işini kolaylaştırmak için söze soru ile başlayayım: Türkiye'den sonra Almanya'da bir yaşam kurma fikri nasıl doğdu?
Tülin Karabulut Ardıç : Sevgili Duygu, öncelikle bana bu fırsatı veren başta sen olmak üzere, bütün Bayan Yanı çalışanı arkadaşlara, sevgili Editörünüze tüm kalbimle teşekkür ederim. Türkiye'nin ilk kadın mizah dergisinde röportaj yapmak onur verici ve çok özel, çok mutlu ettiniz beni. 1972 İzmir doğumluyum, tüm öğrenimimi İzmir'de tamamladım ve bir süre yine İzmir'de özel bir dershanede fizik öğretmenliği yaptım. O sıralarda eşimle tanıştım, kendisi uzun yıllardır Almanya'da yaşıyordu. Evlendim ve Almanya'ya geldim, tamamen duygusal sebeplerle yani.
Duygu Yavuz: Bir kadın olarak Almanya ile Türkiye arasındaki yaşantın arasında bir fark görüyor musun? Mesela ben evden çıkarken toplu taşıma aracına bineceğimi hesaba katarak giyiniyorum. Hatta sokakta yürürken bile tacize uğrama ihtimalimi düşünerek bu dikkatle kıyafetlerimi seçiyorum. Avrupalı kadınların bu kaygıyı yaşamıyor olmalarına hep imrenmişimdir. Sen Türk nüfus fazla da olsa bir Avrupa kentinde yaşıyorsun. Bir kadın olarak hem varoluşsal hem de fiziki koşullar bakımından kısıtlanmışlık hissini, iki ülkede de yaşamış biri olarak nasıl değerlendiriyorsun?
Tülin Karabulut Ardıç: Bir kadın olarak Avrupa'da yaşamak yukarıdaki anlattıkların çerçevesinde son derece rahat. Senin anlattığın koşulları İzmir'de yaşamama rağmen biliyorum. Tek kelimeyle, utanç verici! Burada günün ve gecenin her saatinde bir kadın istediği şekilde giyinerek dışarı çıkabilir. Tacize uğrama ihtimali ise, Türkiye ile karşılaştırıldığında, yok denecek kadar az. Burda yasalar çok keskin ve de kadına ya da çocuğa tacizin cezası ağır. İş yaşamında da erkeklerle çalışmak son derece rahat burada. Alman erkekleri son derece saygılı ve size kadın kimliğiniz üzerinden ötekileştirme ile değil, çalışma arkadaşı kimliğinizle yaklaşıyorlar. İstisnai durumlar tabii ki burada da var; ama asla geneli kapsayacak yapılacak boyutta değil. Buralarda kadının adı var.
Duygu Yavuz: Bir iş azımsanacaksa son zamanlarda genellikle şöyle deniyor: “Ne yani? Bu kadar yoğun ne işin olabilir ki? Sanki atomu parçalıyorsun/atom fiziği ile uğraşıyorsun!” Şimdi herhâlde senin alanın söz konusu olunca bu atarı çevrendekiler sana kolay kolay yapamıyordur. Sahi fizik alanında ilerleyip hoca olmana kadarki süreç nasıl gerçekleşti? Fizik, çocukluğundan beri istediğin, idealinde olan bir alan mıydı?
Tülin Karabulut Ardıç: Aman diyelim, atomu parçalamak çok tehlikeli! Öncelikle şunu belirteyim ben akademisyen değilim. Ege Üniversitesi Fizik Bölümü mezunuyum, bu bölümü nasıl seçtiğime gelince tamamen tesadüftü. Fizik okumaya başladığımda aslında fark ettim ki, bütün kadınlar fizik okumalı. Gercekten, fizik bizim doğamıza bire bir uyan bir bilim dalı. Çünkü fizik demek doğanın kendisi demek. Doğa demek ise kadın demek benim için. Almanya'ya geldiğimde yine mesleğimle uğraşmak için tekrar Johannes Gutenberg Üniversitesi'nde fizik ve matematik okudum. Öğrenimime başladığımda kızıma hamileydim, kızım Üniversite'nin kampüsünde büyüdü diyebilirim. Sonunda bütün zorluklara rağmen yilmadım ve Almanya'da da mesleğime kavuştum.
Duygu Yavuz: Peki, fizik alanı söz konusu olduğunda akademide erkek hükümranlığına Almanya'da da rastladın mı?
Tülin Karabulut Ardıç: Maalesef rastladım. Erkek egemenliği dünyanın her yerinde var. Ha burda cok belirgin değil belki ama var. Kadınların üzerindeki yük dünyanın her yerinde erkeklerden daha fazla bence. Bir Alman kadını, -ki alman erkekleri bizim erkeklerimize göre eli öpülesi yaratıklardır- için bile ilk etapta çocukların eğitimi, onlarla ilgilenmek, evin düzenini sağlamak başta gelir. Hâl böyle olunca kariyer ikinci plana atılır.
Duygu Yavuz: Öğretmenlikte uygulamaya dayalı metotlara başvurarak öğrenci ile iletişim kurmayı önemsiyorsun. Sanki bu yolla onlara kuru teorinin ötesinde, deneyle belleklerinde de iz bırakacak şeyler sunuyor gibisin. Bu eğitim sisteminin öngördüğü bir şey mi, yoksa sen mi özel olarak bu uygulamaları tasarlıyorsun?
Tülin Karabulut Ardıç:Aynen, kalıcı öğrenme sadece bire bir aktif katılımla mümkündür. Bunu yaparken, çocuğun öğrenilen bilgi ile ilgili o zamana kadarki tecrübelerini hesaba katmak gerekir ve tabii ki motivasyon! Çocuk içsel motivasyonunu sadece öğrenilecek şeyin kendi hayatındaki izdüşümünü gördüğünde ve işe yaradığını düşündüğünde harekete geçirir, ya da onu rahatsız etmen gerekir. Yani, o güne kadar deneyimlediği şeylerle öğrenilecek seyler arasında çelişki olmalıdır. O zaman çocukta rahatsızlık başlar, denge bozulur, dengeyi tekrar kurabilmesi için de öğrenmeden başka şansı yoktur, öğrenir. Bu anlamda burda öğretmenin tahtada bir şeyler anlatması ve çocuğun pasif olarak dinlemesi geçerliliğini yitiriyor. Yeni sistemde öğretmen sadece danışman, yol gösterici. Buna uygun ders vermek için de ön hazırlık yapmak gerekiyor, yani çocuğun dersin başında bir motivasyona ihtiyaci var. Bunu ben matematikte ya da fizikte, o konuyla ilgili ilginç hikâyeler anlatarak, celişkili şeyler sunarak yada ilginç deneyler yaparak sağlıyorum. Sonra hiçbir şey demeden onların bu konuda ne düşündüklerini sorguluyorum, birbirleriyle çatıştırıyorum. Sonunda küçük küçük itmelerimle bir sonuca varıyorlar; ama onlar varıyor. Fizik ya da matematik dilini ilk etapta fazla kullanmıyorum, günlük hayatta kullandıkları dilden bilim diline yavaş yavaş geçiyorum. Vardıkları bu sonuca uygun düşecek sorular hazırlıyorum, ya da deneyler, onlar sonuçlardan yola çıkarak dersin sonunda kendileri buluyorlar öğrenilecek şeyi. Dersin başlığını birlikte atıyoruz. Mesela geçenlerde “exponentiel fonsiyon”u bira köpüğünün zamanla azalması deneyini yaparak anlattım. Deneyi yaptılar ve gördüler ki bira köpüğünün zamanla azalması doğrusal değil, exponentiel. Bu şekilde ders hazırlamak çok zaman alıyor. Yorucu; ama değiyor. Çocukların anlatmak istediğin şeyi, kendilerinin bulması harika! Almanların “EIS-Prensibi” dedikleri bir şey var. E: “enaktiv”; yani çocuğun öğrenme sırasında bire bir aktif olması. I: “ikonisch”; yani ögrenilecek seyin kafasinda resimlenmesi. S: “symbolisch”, çocuğun sözel ya da sayısal olarak öğrendiği şeyi tasvir edebilmesi. Bu üç ayağı olusturusanız kalıcı öğrenme oluyor. Zaten burda lise öğreniminin amacı cocuğu hayata hazırlamak, etrafında olup bitenlerin farkına varmasını sağlamak.

Duygu Yavuz:Bu uygulamalardan biri de global ısınmayı öğrencilerine anlatırken kullandığın güneş enerjisi ile çalışan fırın düzeneği kurmandı. Bu bana oldukça ilginç geldi. Fizikçi bir kadın oturup kendi fırınını yapıyor ve doğal enerji ile çalışan bu fırında hamur işleri yapıyor. Kadın ve doğanın birbirine yaklaştığı ekofeminizmi aklıma getirdin. Enerji tasarrufu ile çevreye karşı duyarlı bir kadın kurgusuna yerleştirdim seni. Virginia Woolf, Kendine Ait Bir Oda'yı yazarken kadından bilim adamı çıkmaz diyen erkeklerle münakaşaya sokuyordu anlatıcısını. Şu fırın düzeneğini görse gurur duyardı seninle. Bu düzeneği nasıl kurdun? Öğrencilerine bu yolla global ısınmayı nasıl anlatmayı planladığını yazmıştın sanırım. Biraz anlatır mısın?
Tülin Karabulut Ardıç: Çocuklar global ısınmayı anlatmamı istediler bir gün. Ben de evde bütün haftasonumu ayırarak bir dizi deneyler yaptım. Global ısınmanın en önemli sebeplerinden birisi dünyadaki karbondioksit salınımının giderek yükselmesi. Karbondioksit atmosferin etrafında yoğunlaşarak bir tabaka oluşturuyor ve güneşten yeryüzüne gelen ışınlar toprağa yansıdıktan sonra, tekrar atmosfere girdiğinde bu karbondioksit tabakasını geçemiyor ve dünyaya geri dönüyor, dolayısıyla yerküre her geçen yıl bu ışınların tekrar yeryüzüne dönmesinden kaynaklı ısınıyor. İki termos getirdim. Birinin içinde normal hava vardı, diğerinin içine karbondioksit pompaladım ve ikisinin içine termometre yerleştirdim. Gücü yüksek bir lambanın (ki bu lamba güneş görevi görüyordu) altına her ikisini yerleştirdiğimde çocuklar termometreden içinde karbondioksit olan kap daha fazla ısındığını gözlemledi. Eminim, bu deneyden sonra asla global ısınmanın nedenini unutmayacaklar. Sonra siyah cismin ısınmasından yola çıkarak fırını hiç göstermeden su soruyu sordum: Düşünün ki dağ başındasınız, elektriğiniz ya da fırınınız yok, ekmek yapmanız gerekli, doğayı kullanarak nasıl yapardınız?” Biraz tartıştıktan sonra fırını getirdim. Fırının içini tamamen siyaha boyadım, fırına düşen ışınlar böylece siyah tabaka tarafından soğutulacak ve tekrar dışarıya yansıtılmayacaktı. Böylece içerideki ısı miktarı muazzam şekilde artacaktı. Tabii ki izolasyonu için de cok uğraştım. Fırın tamamen kartondan yapıldı. Sonra lambanın altında yaklaşık 1 saatten fazla tuttuk, icerdeki sıcaklık 110°'ye ulaştı, sonra da içine küçük hamur işlerini koyduk, pişirdik ve afiyetle yedik. Çok güzel bir deneyimdi. Bu fırını ben icat etmedim, bu zaten bilinen bir şeydi. Ben sadece emek verip hayata geçirdim ve çocuklarıma gösterdim. Bu anlamda mucit değilim yani.

Duygu Yavuz: “Kötü öğrenci yoktur az/yetersiz eğitim vardır” cümlesine katılır mısın?
Tülin Karabulut Ardıç: Bütün çocuklar mucittir. Çocukların özellikle iki yaşına kadar olan o muazzam gelişmeleri tamamen içgüdüsel, doğarken beraberlerinde getirdikleri keşfetme yeteneği. Deneme, yanılma yöntemiyle keşfedip öğrenirler. Biz ne yapıyoruz? Bu yeteneklerini öldürüyoruz, çünkü kendilerinin keşfetmelerine, yanlış yapmalarına izin vermiyoruz, sorgulama ve yaratıcılıklarını öldürüyoruz. Kötü olan biziz, çocuklar değil.
Duygu Yavuz: Güneş enerjisi ile çalışan fırınının patentini alıp geliştirecek firmalar çıkar mı dersin? Bu fikirle köşe olma hayalleri...
Tülin Karabulut Ardıç: Bu kadar vahşi bir kapitalizmde hiç sanmam Duygu. Çünkü güneş enerjisiyle çalışan fırın normal fırına göre daha geç pişiriyor ve bunun için güneş gerekiyor. Bizim ülkemizde bu yapılır belki; ama her ülke bizim gibi güneş zengini değil. Ama bizim ülkemizde de eğitim ve iş disiplini yok. Alt yapısızlık, eğitimsizlik, dar bakış açıları -ki bunlar geri kalmış ülkelerin klasiğidir- ülkeyi kapitalizmin tahrip edici yönelimlerine itiyor. Mesela Nükleer Enerji yönelimi bunlardan en tehlikeli olanı.
Duygu Yavuz:Bu fırın gibi başka düzenekler de var mı? Şöyle evde uygulanabilir şekilde...
Tülin Karabulut Ardıç: Mutlaka vardır. Araştırmak ve zaman ayırıp yapmak gerekli. Hani Şair demiş ya: “Ah kimselerin vakti yok oturup ince şeyleri düşünmeye”...
Duygu Yavuz: Bazen kendini bir mucit olarak görüyor musun Tülin? Yani fizik kuralları ile mühendisliği birleştirip bir şeyler tasarlamak gibi bir hayalin oldu mu? Her işin bir en çok sevilen tarafı vardır ya; senin için eğitmenlik mi önde geliyor, yoksa bireysel üretim mi?
Tülin Karabulut Ardıç: Asla mucit değilim.Ben sadece öğrendiklerimi hayata geçiriyorum. Benim için eğitmenlik dendiğinde akan sular duruyor, çocuklarla birlikte olmak muhteşem. Onların dünyası yetişkinlerden farklı, son derece adiller, sorguluyorlar, yapmacık değiller. Çocuklar çok gerçek ve ben hayatımın her alanında iyi ya da kötü fark etmez, hep gerçeği görmek isterim.

 
Duygu Yavuz: Genellikle sözel alanlarda kadınların yüzdesi erkeklere oranla daha fazla iken; aynı durum sayısal bilimlerde değişkenlik gösteriyor. Sence kadınların sayısal bilimlerde daha az boy göstermesinin nedeni ne olabilir?
Tülin Karabulut Ardıç: Önyargı olduğunu düşünüyorum, her yerde var ama bu önyargı. Avrupa ülkelerinde bile! Kadınların sözel bölümlerde daha başarılı olduğu safsatası yayılmış her yere. Mesela burada, fizik ve matematikle uğraştığımı söylediğimde ne gariptir ki; Almanlar da dâhil olmak üzere kadınlar daha çok şaşırıyor. Ben de onlara şaşırıyorum. Kızına küçüklüğünden itibaren bu yanlış bilgiyi vücut dilinle bile olsa empoze edersen kilitlersin onu, sonra o da bu kilitlenmeye uygun şekilde davranıp, sayısalı reddedecektir. Sorun bu bence. Almanya'da da öyle, fizik ve matematikte kadın öğretmen sayısı o kadar az ki, olanlara da tanrı muamelesi yapıyorlar, çok anlamsız. Fizik kadının doğasına çok uygun bir bilim dalı bence. Bir kere fizik her yerde, tıpkı kadın gibi. İşlemezse dünya durur, tıpkı kadın gibi. Fizikte çok çelişkili görünen doğa olayları çok pratik biçimde açıklanır, tıpkı kadının hayatın her alanında pratik olması gibi...
Duygu Yavuz: Nobel'de fizik alanında kadınların az olması konusunda ne düşünüyorsun?
Tülin Karabulut Ardıç:Yukarıdaki anlatımlardan yola çıkarsak, zaten fizikçi kadın akademisyenlerin sayısı çok azken, Nobel'de yer almamaları doğal değil mi? Ayrıca çok da önemi yok. Bence sevgi dolu, sorumluluk sahibi ve doğaya saygılı çocuk yetiştiren her kadın zaten Nobelli benim gözümde, dünyanın onaylamasına hiç gerek yok. Anne ve cocuk onaylıyorsa bu durumu, Nobel veren amcalar çekilebilirler. Yalnız belirtmeliyim ki; matematiğin nobeli olarak görülen Fields madalyasını geçtiğimiz yıl 1924'den beri ilk kez Harvard Üniversitesi'nden mezun İran asıllı Prof. Dr. Meryem Mirzakhani aldı.
Duygu Yavuz: Bir de Türkiye'deki enerji politikaları üzerinden bir soru sormak istiyorum. Hidroelektrik santrali mi? Rüzgar enerjisi mi?
Tülin Karabulut Ardıç: Hidroelektrik Santralleri diğer enerji üreten santrallerle karşılaştırıldığında doğa için zararlı emisyonlar üretmiyor, yani ne dışarıya karbondioksit salıyorlar, ne de zararlı ışınlar yayıyorlar. Ama doğanın ve içinde yaşayan canlıların varlığını tehlikeye sokuyorlar, ekolojik yapıyı bozuyorlar, iklimleri değiştiriyorlar vs. vs. Rüzgar santralına gelince, rüzgar doğanın bize hediyesi. Tabii ki, rüzgarın her zaman her yerde aynı şiddette esmemesi problem, daha çok dağlarda ve deniz kıyılarında rüzgar şiddeti fazla, buralara da santraller kurmak zor. Ayrıca rüzgarı bir yerde saklayayım da sonra kullanayım gibi bir lüksümüz de yok. Varsa kullanırsın, kullanamazsan gider. Ayrıca rüzgar santralleri yerleşim yerlerinin dışında yer almalı, hem emniyet açısından hem de gürültüsü açısından. Ama rüzgar santrallerinin bu dezavantajları gelecekte çözülebilir. Dikkat ettiyseniz bu dezavantajlarının içinde doğaya verdiği zarar yok. O zaman tabii ki, rüzgar santralleri derim. Yalnız çok gelişmeye açık bir mühendislik alanı. Almanya bu konuda mühendislere oldukça destek sağlıyor. Almanya'da yaklaşık 17.841 tane rüzgar santrali var ve bunlar Almanya'nın elektrik enerjisi ihtiyacının %6'sını karşılıyor.

Duygu Yavuz: Paylaştıkların ve verdiğin bilgiler için teşekkür ederiz Tülin.Tülin Karabulut Ardıç: Ben teşekkür ederim Duygu.

9 Mayıs 2015 Cumartesi

Canilikler Diyarı'nda İkiyüzlü Ahlâk: Koşullu İsyan

           
                Türkiye, gözü dönmüş erkeklerin bir arada yaşadığı bir ülke. Bu erkek çetesi, kadınları taciz ediyor, kadınlara tecavüz ediyor, kadınları öldürüyor. 11 Şubat 2015'te korkunç bir cinayete kurban giden Özgecan Aslan'ın ardından, nihayet, daha geniş kitlelerin tepkisi ile kadın cinayetleri tartışılır oldu. Erkeklik inşasının, hükümetin cinayet faillerini cesaretlendiren söylemlerinin ve hukuki yaptırımların, tabiri caizse katilleri koruduğunun gündeme taşınması bakımından bu tartışmalar önemliydi. Maalesef Özgecan'ın ilk ve son olmadığı, her geçen gün yeni kadın katliamlarına uyandığımız Türkiye'de, kamuoyunun kadın cinayetlerine olan yaklaşımı vasıtasıyla, “duyarlılık” nâmına bile olsa, cinsiyetçi tutumun tüm marazları ile açıkça kendini gösterdiğine tanık olduk.
Toplumun kadın ve erkek cinsine yüklediği kodlar ve görevler çevresinde toplumsal cinsiyetin yıkılmaya çalışıldığı, cinsel tercihlerin sorgulanmadığı, ötekileştirmelerin son bulduğu ve heteroseksüel normların hızla terk edildiği bir dünyada ne yazık ki, normlar dâhilinde heteroseksüel bir ilişkinin bile yasaklı kılındığı, geri kalmışlıkta ayak direten bir ülke hâline gelmemiz utanç verici! Bugün insanların sevgilileri, hatta kızlı-erkekli arkadaş grubuyla aynı çatı altında yaşamasına bile karışan bir devlet anlayışı mevcut. Ülkeyi soyup soğana çeviren sözüm ona muhafazakâr hükümet erkânı, halkın özel hayatını didiklemekten, yatak odasına girmekten zerre çekinmiyor. Kiminle yaşayacağına, medeni hâline, kaç çocuk yapacağına, kürtaj hakkına, kahkaha atmasına, iş yerinde çalışmasına, kısacası tüm temel haklarına müdahale edilenler de hep kadınlar oluyor. Buna karşılık hükümet ve yandaşları, mahreme müdahaledeki ısrarcı tutumlarını şiddet söz konusu olduğunda bir anda terk ediyor, ikiyüzlü bir tutumla: “Karı-koca arasındakine karışılmaz” diyor. Hatta tecavüzcü veya katil yerine; mağdur ve maktulü sıkıştırıp suçluyor.
         Özgecan Aslan cinayeti ardından büyüyen tepkilerle birlikte, bu tepkinin ortaya çıkışında toplumsal ahlâk da sorgulandı. Mini etek giyip içki içtiği adam tarafından tecavüze uğrayan ve öldürülen kadınlar söz konusu olduğunda neredeyse “Hak etmiş!” diyen kirli zihinlerin ahlâkından söz ediyorum. Hükümet erkânı kadar toplumun da ikiyüzlülüğünü ortaya koyduğu; o, kokuşmuş ahlâk-sızlık çığ gibi büyüyor. Bu, kirli işbirliği canımızı yakmaya son sürat devam ediyor. Ölü Kadınlar Memleketi isimli kitabın yazarı Burçe Bahadır'ın bu konuda harika bir yazısı vardı. Elektronik yolla okuruna ulaşan Egoistokur'da yer alan “İçin Yanmazsa İnsan Değilsin...” başlıklı yazısında Bahadır, şöyle diyordu: “Özgecan’a sevgilisi tecavüz etseydi veya kocası? Ya da bir bardan çıkmış olsaydı, yine üniversite öğrencisi hâliyle, yine o masum gözleriyle? Peki ya tecavüzle karşı karşıyayken mini eteği olsaydı üzerinde? Ya da adama biber gazı sıkmaktansa, tecavüzü göze alsaydı? O vakit üzüntü yüzdemiz ne kadar düşecekti ya da düşmeliydi mesela? Şimdi tek yürek olanların kaçı şüpheyle yaklaşacaktı bu menfur olaya?”1Burçe Bahadır, yazdıkları ile harikulâde bir yüzleşmeye davet ediyor gibi. Devletin ve toplumun koşullu isyanı; yani ancak belli koşullarla mağdurun ve maktulün hakkını teslim eden bir tepkisellik söz konusu. Başına gelenleri çekmekle mükellef tutulan, çilekeşliği nisbetinde erdemlilik gösterdiği kandırmacası ile uyutulan, bazen uyutulmasına bile gerek kalmayıp kendi yoz reflekslerine boğulan toplum, bu koşullu isyandan sıyrıldığı ölçüde bir şeyler iyiye gidebilir. Toplumun isyan bayrağını çekmesi için ilk iş, kendi ahlâkı ile yüzleşmesi gerekiyor.
          Özgecan Aslan cinayeti sonrasında Twitter'da “sen de anlat” hashtag'i ile insanlar, başlarından geçen taciz ve tecavüz vakalarını anlatmaya başladı. Bu, travmayı en azından paylaşarak azaltma ve mağdur edenlerin ifşa edilmesi için isabetli bir atılımdı. Ben de geçtiğimiz yıl Bayan Yanı'nın mart sayısında “'Yazma' veya Sözlü Taciz Girişimleri: Diyaloğa Ayak Direten Monologlar” başlıklı yazımda okura siz de taciz hikâyelerinizi paylaşın çağrısında bulunmuştum. Bugün ise madem ki, erkeklik inşasının arızalı olduğunu ileri sürüyoruz, başta erkeklerin kendi şiddetleri ile yüzleşmeleri gerektiğini ileri sürüyorum. Çoğu erkek, başka erkeklerin şiddetini kınayıp bu konuda öğretici iletiler paylaşırken, sıra kendi şiddetleri ile yüzleşmeye geldiğinde hemen kaçmayı tercih ediyor. “Şiddetin büyüğü, küçüğü olmaz” deyip tüm erkekler kız kardeşlerine, sevgililerine, eşlerine, annelerine, çocuklarına uyguladıkları şiddetle yüzleşip kendi şiddetlerini utanmadan yazabildikleri zaman, sağlıklı bir erkeklik inşasının ilk adımını atabilecekler. Zaten büsbütün güvensiz olan bu ülkede, bir kadın olarak aklı başında erkeklerin desteğini hissetmeye büyük bir gereksinim var. Esnafından okumuşuna, hiçbir eğitim ve sosyo-ekonomik koşulla ayrıştırılamayan bir erkek şiddeti ile yüz yüze gelmek derin bir ümitsizlik yaratıyor. Feminist kuramlara dair kuvvetli okumaları, yazıları olup da birlikte olduğu kadına manevi ve fiziksel şiddet uygulayan erkekleri ise daha acıklı bir konumda görüyorum. Sağda solda makaleleri ile boy gösteren bu türden entelektüel erkeklerin yakınları olan kadınlara hat safhada şiddet uygulamaları ise ayrı bir ikiyüzlülük hikâyesi! Bu anlamda her erkek, kahramanlığı bir kenara bırakıp kendi katilliği ile yüzleşmeli!
          Üçüncü sayfa haberlerinin tüm sayfaları ele geçirdiği, her gün yeni bir kabusa uyandığımız bu ülkede kadın katillerinin cezalandırılmamasının gerekçesi ne olabilir? Melda Onur, muhalefet partilerinden bazı milletvekillerinin anayasada kadına yönelik şiddette cezai yaptırımları arttırıcı, hatta trans ve eşcinsellerin haklarını gözeten madde önerileri ile gittiklerinden; ancak bu konuda hiçbir şey yapılmadığından söz etti. Onur, bu önerilerden neredeyse bir külliyat oluştuğunu söylese de bu konuda hiçbir şekilde harekete geçilmemesi ne kadar anlamsız! Devlet, kadınlarını resmen ölüme terk ediyor! Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı çıkıp iyi hâlden ceza indirimi yapan savcıyı sorumlu tutuyor. “Karar, savcının insiyatifinde. Yargı bağımsız” diyor. Yargının bağımsızlığını hiçbir şekilde hissettirmeyip konu kadın cinayetlerine gelince bağımsızlık edebiyatı yapmak ne kadar basite kaçmak oluyor. Öte yandan savcılığın savunucusu bir avukat çıkıp “kanunlarımız toplumun örf ve adetlerine göre düzenlendiğinden bu kararda savcı toplumun isteğini gözetiyor” diyebiliyor. Herkes topu birbirine atmada birinci! İcraata gelince akıldışı önerilerle idam lakırdısından gayrısı yok! İç güvenlik yasa tasarısı da “yargının bağımsızlığı”nı gözler önüne seriyor. Gerçekten de yargı öyle bağımsız ki, savcı kararı olmadan polis sizi gözaltına alabilecek! Kapalı kapılar ardında zaten ettiği zulmü daha bir aymazlıkla devlet-baba güvencesi ile sürdürecek!
          Özgecan Aslan cinayetinden sonra ülkedeki hukuki yaptırım noksanlığına itiraz edip kendi yöntemlerini devreye soktuğunu, bir kahramanlık destanı kaleme alıyor edasıyla sunan Sedat Peker ise akıl tutulmasında son nokta idi. Sedat Peker, iki kadının mağduriyetini nasıl giderdiğini uzun uzun anlatırken, erkeklik inşasının mihenk taşı olan delikanlılık kurgusunun arızalarına muazzam örnekler sunuyordu. Sedat Peker, ilk hikâyede 94-95 senelerinde bir orgeneralin eski yâverinin kızının kocası tarafından tehdit edildiğini ve bu konuda nasıl yardım ettiğini anlatıyordu. Eski koca, karısı ile ilişkiye girerken bir arkadaşına görüntülerini kaydettirmiş ve kadını bu görüntülerle tehdit etmişti. Sedat Peker ise bu adamı cezalandırdığını aktarırken şöyle diyordu: “Bedava cinsel ilişkiye girmek için eski karısına bunları reva görenin aynı duyguyu yaşaması için adama buraya yazsam herkese çok enteresan gelecek şeyler yaparak, resimlerini de çekip bana getirdiler”2 Sedat Peker, “bedava cinsel ilişki için karısına bunları reva gören” derken seks işçilerine şiddeti reva mı görüyor orası muamma. Tabii eşini şiddetle tahakkümü altına almaya çalışan psikopat kocanın asıl maksadını ücretsiz sekse bağlamak da başı çeken bir marazdı. Bu herkese “enteresan” gelecek, korkunç cezalandırmanın ardından kayda aldığı işkence fotoğraflarını ise şiddet mağduru kadına yollaması bambaşka bir enteresanlıktı. Sedat Peker : “Ruh sağlığı, yaşadıklarından dolayı çok bozulmuştu. Hiç değilse biraz yüreği soğusun istemiştim” diyerek “bayan”a fotoğrafları yollamayı kahramanlıktan sayıyor. Şiddet mağdurunun, şiddetle alınan intikamını izlemenin onu rahatlatacağını düşünüyor. Sonra da bu aldığı teşekkürle ne kadar haklı olduğunu yazıyor. Kendi yaptığının zaman aşımından ötürü ceza almayacağını da belirtmeden edemiyor. İkinci hikâyede ise Peker, bu kez 14 yaşında tecavüze uğramış bir kızın intikamını aldığını aktarıyor. Burada da cezalandırdığı suçlunun görüntülerini çocuk yaştaki mağdura yolladığını benzer şekilde anlatıyor: “Bu şahsın görüntülerini öncelikli olarak tecavüze uğramış küçük hanımefendiye yollayıp biraz içinin soğumasını sağladım”3 diyor. Neresinden baksanız psikopat bir adalet anlayışı ile karşılaşıyorsunuz. Mafya mevzubahis olunca buna şaşmamalı. Buna karşılık, benzer bir delikanlılık anlayışını, koşullu isyanı -orospu ise revadır vb.- ve kadına yardımcı olurken dahi onunla empati kuramamayı, sürekli şiddete başvurmayı çevredeki diğer erkeklerde de görmek mümkün.
            Mafya babalarından sonra gelelim aile babalarına...Akşam 8'den önce evde olma baskısı yaratınca güpegündüz otobüste kıçını elleyen, okula/işe giderken yolda her türlü iğrenç fantazisini utanmadan kulağına eğilip söyleyen adamdan kurtulacağını sanan, her türlü fenalığın gece vakti olacağına inanan saf babalardan söz ediyorum. Hele bir de baba baskısından korkup da uğradığın şiddetten, taciz ve tecavüzden bahsedememek var! O çok koruyucu görünen, hassaslık abidesi babayı kalp krizinden korumak için kendini feda eden, mağdur olduğu ile kalan binlerce kadın var bu ülkede! Bir de babaların kız evlatlarını korurkenki ikiyüzlülüğü, kızlarını yaşamak istedikleri hayattan men edip her türlü özgürlüklerini ellerinden alıp, sürekli hayatlarını sabote etmekte de kendini göstermiyor değil. Korumakla hapsetmeyi bir tutan çarpık bir zihniyet, psikopatların ekmeğine yağ sürüyor! Sevgilisini babasına dahi söyleyemeyen bir kız evlat nasıl olacak da sevgilisi tarafından şiddete uğrayınca babasına mevzuyu açabilecek?! Babanın: “Ben sana dememiş miydim?! Sana müstahak! Beni öldüreceksin! Katil edeceksin!” diye ilk şamarı kızına atacağı aşikârken, aynı anlayışın devlet politikalarında da “Mini etek giymeseymiş, akşam o saatte, orada ne işi var?” şeklinde kendini göstermesi tüm ülkeyi bir kadın hapishanesine dönüştürüyor. “Şimdi ülkenin durumu berbat! Etraf kadın kasapları ve tecavüzcülerle dolu!” diyerek kız çocuklarını daha mı çok kısıtlamalı? Kızların sokaklardan silinmesi için elinden geleni ardına koymayan eril zihniyet, çarpık ahlâk anlayışı ile koruduğunu iddia ederken bile zarar veriyor. İşte burada da koşullu isyanla ikiyüzlü bir ahlâki yapılanma kendini gösteriyor: Babanın kızı olmak istiyorsan, babanın dizinin dibinden ayrılma! Bir süs bitkisi gibi ona itaat et!
            Özgecan'ın katilinin annesi, oğlunun boşandığı kocasında kaldığını, yani oğlunun babası ile yetiştiğini söyledi. Eski eşi tarafından kemerle dövülüp, kesici aletlerle fiziksel şiddete maruz kalan Suphi Altındöken'in annesi Naciye Tan, oğlunun babasının şiddeti yüzünden psikolojisinin bozulmuş olduğunu belirtti. Tam da bu noktada neden kendisi de aynı işkenceden geçmiş biri olarak gidip tecavüze yeltenip adam öldürmeye teşebbüs etmiyor sorusu aklımdan geçti. Baba ve toplum şiddetine en ağır biçimde maruz kalan kadınlar neden erkekler kadar cani olamıyor? Erkek bilincine sahip olup, kadın olduğunu iddia edenleri bu konunun dışında tutuyorum.
Devlet-baba, mafya babaları, aile babaları, sevgililer, erkek arkadaşlar, erkek kardeşler, eril bilinci sahiplenen kadın işbirlikçiler, kısacası ataerkil yapının tamamının yeryüzünden silinmesi için ilk adımı kendimizle yüzleşerek atmalıyız. Başkalarının şiddetini eleştirmek yerine, takkeyi önümüze koyup ikiyüzlülüğü, koşullu isyanı bir kenara bırakıp kendi şiddetimizle yüzleşmeliyiz. Bilhassa erkekler bu yüzleşmeden geçerken, kadınlar da eril bilince ne kadar hizmet ettiklerini düşünmeli. Bir de mağduriyete başkaldırmada koşulsuz biçimde birleşmeyi...


1<http://egoistokur.com/burce-bahadirin-yazisi-icin-yanmazsa-insan-degilsin/> linkinden Gülenay Börekçi'nin paylaştığı, Burçe Bahadır'a ait yazının tamamına erişebilirsiniz.
2 Haberin kaynağı ve detayları için <http://haber.sol.org.tr/turkiye/sedat-pekerden-kan-donduran-ozgecan-mesaji-107909> linkine başvurabilirsiniz.

3 İkinci vakanın detayları için bu kaynağa başvurulabilir: <http://www.milliyet.com.tr/sedat-peker-in-tecavuzcuye-gundem-2014541/>

ABSÜRTLÜKLER DİYARINDA A'DAN Z'YE KADIN OLMAK


ÂDET SANCISI: Ayın çeşitli günlerinde bazen düzenli, bazen düzensiz gerçekleşen yumurtlama sürecinde kadınların karnının ağrıması hadisesidir. Karın ağrısı ile birlikte bazen şiddetli bulantı da gerçekleşir. Bu acılar sıcak su torbası ve ağrı kesici ile dindirilirken çevredekilerin anlayışlı olması da sancının hafiflemesinde önemli bir etken hâline gelir. Kadını işinden gücünden alıkoyup bir müddet inziva isteği ile kuşattığından takvimde işaretlenirken kara kara düşünülür. Olası işler, seyahatler, kısaca gündelik hayata dair her şey bu sancıya göre ayarlanır. İlaçlara bağışıklık kazanan sancılar, bazen göze alınamaz ve geciktiricilere başvurulur. Bu sancılı evre kadını âdeta doğuma hazırlar. Kimi yerlerde kadın sancılı iken bir de “adab kuralları”nı düşünüp bu durumunu gizleme eziyetine katlanmak zorunda bırakılır.
ANNELİK: Daha ufak bir kız çocuğu iken oyuncak bebeğine bakma ile annelik rolü ile tanışılır. Sonrasında bu rol anaçlık olarak türlü canlı varlıklara merhamet ve sevgi gösterme ile kendini gösterir. Simone de Beauvoir: “Kadın doğulmaz, kadın olunur” der iken bu topraklarda kadınlar için en şaşmayan gerçek : Anne doğup anne ölünmesidir. İşte bu sebepten küçücük kızlar evlendirilir ve hemen hamile bırakılır. Evlilik dışı ilişkiye annelik rolü kırılacak kaygısı ile tahammül edilemez. Anne olmak bir seçim olmaktan çıkarılır. Annelik rolü, cemaat toplumunda öyle bir ilettir ki; kadına kadınlığını unutturur. Toplum ahlak kodlarını da annelik rolünü biçimlendirerek yazar. İcabında toplum anneye verdiği ödevleri yapılmamış görünce “Sen nasıl annesin?!” diye hesap sorar. “Doğru annelik nasıl olmalı?”nın cevabını öğretir. Annelik üzerine deyişler, ideal anneliği ve toplumun gözünde annenin nasıl göründüğünü gösterir. “Ana gibi yâr, vatan gibi diyar olmaz”, “Cennet, anaların ayağı altındadır” gibi.
BACILIK: İngilizce “sisterhood” kelimesi ile ifade edilen bacılık, kadınların kan bağıyla veya kan bağı olmaksızın birer kız kardeş gibi dayanışma hâlinde olmasıdır. Kadınlık hâlleri ile yüzleşmede ve türlü sorunları alt etmede bacılık müessesesi çok önemlidir.
BAKIMLI OLMAK: “Çirkin kadın yoktur, bakımsız kadın vardır”sözünden anlaşılacağı üzere kadından beklenendir. Kozmetik dünyasının epey para kaldırması, plastik cerrahinin estetik operasyonlarla yükselişe geçmesi, akıl almaz diyetlerin ortaya çıkması, moda sektörünün hep gündemde kalması ile kadınlar lüks tüketimin temel malzemesi olagelmiştir. Mutsuzlukları katlanarak artmıştır çünkü “bakımlı olmak” kendileri gibi (doğal) olduklarında kimse tarafından beğenilmeyecekleri baskısını kadına yaşatmıştır. Güzellik trendlerine bağlı olarak bakımlı olmak kadınların tek-tipleştirilmesinin önünü açtığı gibi depresyon oranlarını arttırmıştır.
ÇANTA: Kadınlar sokağa arka veya iç ceplerine koydukları cüzdanları ile çıkıp ellerini kollarını sallayarak yürüyemezler. Mutlaka kıyafetlerine uygun çanta koleksiyonlarından seçilmiş bir çantayı bilimum “bakımlı olma gereçleri” ve duruma göre “annelik ekipmanları” ile doldurup gün boyu bu ağırlıkla dolaşmak durumundadır.
ÇİÇEK: Doğa söz konusu olunca kadın, çiçek metaforu ile anılırken erkek ise böcek ile adlandırılmıştır. Böcekler çiçekler tarafından beslenir. Bazen o kadar beslenir ki krem reklamı çekerken “Bütün kadınlar çiçektir. Çiçekler, nem ister” derken bulur kendini. Neyse ki kadın bilincine sahip insanların bu metaforu tiye alacağı bir dönem başlamıştır.
DOĞUM: Genellikle 9 ay boyunca kadının fizyolojik ve psikolojik olarak hazırlandığı zorlu evredir. Doğuma kadar kadın tüm beslenme alışkanlıklarını, alkol ve sigara tüketimini, saç boyatma işlemlerini, kısaca hamile kalıncaya kadarki kimliğini ve buna bağlı yaşam rutinini bir anda değiştirmek durumundadır. Doğuma kadar kadın bu başkalaşma sonucunda neredeyse 1 yıla yakın bir sürede bambaşka bir insana dönüşmelidir. Toplum bu başkalaşmayı kolaylıkla “anne” kelimesi ile adlandırır. Doğum, korkulu bir süreçtir. Rahimdeki bebeğin rahimden uzaklaşıp dış dünya ile buluştuğu andır. Kadının içinden bir canlının kopuşudur. Doğum sancısı tahammül edilmesi çok güç bir acıdır. Kimi zaman ise doğum kadının ölümü ile sonuçlanır. Sadece kadının deneyimleyebileceği doğum anı, hayat ile ölüm arasında varoluşsal bir aydınlanmadır. Doğum sonrasında kadın büsbütün duygusallaşır. Bu kırılgan ruh hâli içinde tek tesellisi çocuğudur. Varoluşunun tüm tekinsizliklerini ve boşluklarını çocuğu ile doldurma iç güdüsü doğumla başlar ve bundan sonra kadının yaşamı boyunca sürüp gider. Kimi hamilelikler ise kadının tercihinde olmaz. Doğacak çocuğun vicdani yükümlülükleri ile kendinden ve çevresinden tiksinen kadınlar yaratılır. İstenmeyen gebelikler sonucunda istenmeyen doğumlar kadının eril bilinçli toplum eliyle lanetlenmişliğini ortaya koyar.
EBE: Doğumun gerçekleşmesinde insanlık tarihi boyunca önemli bir role sahiptir. Kaç kadının bebeğini kucağına almasını sağlamış, kaçının bebeğinin ölümünden sorumlu tutulmuştur ebeler. Ebelik belki de kadınlık tarihinin ilk mesleğidir. Kadın, modern tıbba rağmen yine bir kadının mahremine dâhil olmasını isterken ebenin desteğine ihtiyaç duyar. İstenmeyen gebeliklerde de yine kadının imdadına ebe yetişmiştir.
EV: Küçük bir kız çocuğu iken bebek evi olan ve ev işlerini imleyen oyuncaklarla oynayan bugünün kadınlarının toplumsal cinsiyet kodlarına sıkı sıkıya bağlılığının göstergesidir. Yuvayı dişi kuş yapar” sözünden anlaşılacağı gibi kadın, mahremin mekânını oluşturmakla sorumlu tutulmuştur. Kamusal hayata dâhil olmasına rağmen toplum kadına her zaman ev içi sorumlulukları yüklemiştir. Eve bağlılık kadar evden kaçmak da kadın için öne çıkan eve ilişkin eylemler arasındadır. Evden kaçan kadın başkaldıran kadındır. Ev içi sorumluluklar kadına ait olmasına karşın evin reisi erkek olarak kodlanmıştır. Erkeğin kurallarına bağlı olarak eve giriş-çıkış saatleri belirlenmiştir. Bu da günümüzde dahi kadına kısıtlı bir kamusal hayat sunulmasına sebep olmuş, kadınlar tabiri caizse saksı bitkisi gibi evde tutulmuştur.
FRİJİT: Kadınların cinselliğe karşı istemsizlik içinde bulunmalarını imler. Cinsel anlamda soğuk bulunan kadınlar frijit yaftalaması ile karşı karşıya kalır. Frijit kelimesi cinsel isteksizlik ve uyarılamama hâlinde sadece kadınlar için kullanılır. Kadınların cinsel isteksizliklerine yol açan eril dünyaya bir yakıştırma ya da adlandırmada bulunulmazken kadınların yaftalanmasına örnek teşkil eden durumlardan sadece biridir.
G NOKTASI: Kadına klitoral orgazmın ötesinde bir haz yaşattığı belirtilen erojen nokta. Klitorisin dışında kadın cinselliğinde orgazma ulaştıran ikinci bir bölge daha bulunduğunu ilk kez belirten Alman jinekolog Ernst Gräfenberg'tir. 1980'lerde kadın vajinasının içinde yer alan bölgenin adı Alman jinekoloğun soyadının ilk harfi ile anılır olmuştur. Kimi uzmanlar ise kadın orgazmının tek bir noktaya bağlı olduğunu iddia eden bu görüşün, şehir efsanesi olduğunu belirterek çoklu noktalarla daha kompleks yapıda olduğunun altını çizmektedir. Kadın cinselliğinin yasak olduğu absürtlükler diyarında ise bu kompleks yapıyı çözüp kadın hazzını ön plana koyan bir anlayış yoktur. Kadın haz almaktan çok haz veren ilan edildiğinden klitorisin varlığı dahi inkar edilir. Keşfetmek kadın için ayıp, erkek için zahmetli ve gereksiz bulunur. En doğal hazdan mahrum kalan kadınlar cinsellikle kurdukları hastalıklı ilişki sonucunda ruhsal buhran içinde boğulur.
HATUN: Eski Türk devletlerinde yönetici statüsünde hakan ile birlikte olan kadınlara verilen addır. Sonradan yani Osmanlı döneminde hanedana mensup bu kadınlar, sultan olarak da anılmıştır. Günümüzde ise -genellikle argoda- kadının eşanlamlısı olarak kullanılmaktadır.
ISLIK: Kadınlar özellikle sokakta yürürken bir erkeğin dikkatini çektiklerinde arkaları sıra çalınan ıslıkla karşılaşır. Buna karşılık bir beğeniyi ulu orta ifşa etmeye, hatta başkalarını da bu beğeniye ortak ederek grup beğenisine dönüştürmeye yasaklı olan kadınlar ise asla ıslık çalmazlar. Genellikle romantik ve naif nitelikteki beğenilerini, kulağa fısıldayarak mahçup biçimde sırdaşları ile paylaşırlar.
İĞNE-İPLİK: Çoğunlukla birlikte anılan bu ikili dikiş dikmekle mükellef kadınların vazgeçilmez aygıtıdır. Aile üyelerinin sökülmüş kıyafetlerini hep anne olan kadınlar veya evin genç kızları diker. İplik aynı zamanda “bakımlı olması” gerekli görülen kadının yüzündeki tüyleri alırken kullandığı bir ekipmana dönüşmüştür.
JİNEKOLOG: Cinsel nitelikli kadın hastalıklarını tedavi eden doktor ya da uzmanlara verilen addır. Kadın cinselliğinin hâlâ çoğunluk için tabu olduğu ülke sınırları içinde jinekologa gitmek kadınlar için bir eziyettir. Ülkenin kadın cinselliği konusundaki çarpık inançlarından etkilenip meslek etiğini hiçe sayan ve hastanın özel hayatına ahlaki yargılamalarla girişen jinekologların olması bu alanın bilimsellikten uzaklaşmasına işarettir.
KALTAK: İffetsiz, namussuz anlamında sadece kadınlar için kullanılan bir sözcük.
LOĞUSA: Kadınların doğum sonrası girdiği evredir. Al basması hikâyeleri bu evrede türemiş, Loğusa şerbeti bu evrede ikram edilegelmiştir.
MEME UCU: Sadece kadınların mahrem algısı üzerinden gizlemesi gereken bölgeleridir. Gizleyeceğim diye sütyene hapsolmak nefes darlığını körüklemektedir.
NUTELLA: Çikolatalı-fındıklı kremanın ithal markasıdır. Ne hikmetse hep kadınların Nutella'ya zaafı olduğu algısı toplumda almış yürümüştür.
OROSPU: Yine sadece kadınlar için kullanılan bir hakaret sözcüğüdür. Seks işçisi anlamında kullanılan bu sözcüğü hakaret temelli ağza sakız etmek bu memlekette adettendir. Orospunun evladı/çocuğu da bir insanı ancak annesi üzerinden incitilebileceği algısını yaratır. Bu kullanımda amaçlanan kutsal anne imajını yerle bir etmektir. Bu küfür alışkanlığı,Neden kutsal kıldın? Neden yıktın?” eksenli paradoksal soruları doğurur.
ÖSTROJEN: Kadını bütünüyle kadın yapan bir hormondur. “Kadınlık hormonu” diyenler de çıkmıştır.
PED: Âdet döngüsünde bez niyetine kullanılır. “Pedin var mı?” sorusuna verilen olumlu yanıt, her daim kadınlar arasındaki kız kardeşliği samimi bir zemine oturtmuştur. Ped kadının hareket özgürlüğünün yegâne kurtarıcısıdır.
REGL DÖNEMİ: Kadınlarda yumurtlama evresidir. Öncesinde kadınların deve yüküyle yiyeceği mideye indirip çılgınca bağırıp ağlama nöbetine, sonrasında kedi gibi mırıl mırıl savunmasızca köşesinde büzüşüp üşümesine yol açar. Ped piyasasının renklenmesinde en büyük paya sahiptir.
SAÇ: Kadınlar tarafından yüzlerce şekli denenmiştir. Evden çıkarken en büyük zamanı saç şekillendirme alır. Kalan hazırlıklar bunun yanında devede kulaktır. Kuaförde çektirilmiş fön ile düzleşen saçlar hayatı kolaylaştırır. Bunalım anında ise şak diye boyu kısaltılır. Hayatını değiştiremeyen bir kadın daima saçını değiştirme yoluna gider.
ŞERİAT: İslam'ın dini hükümlerini kapsayan “şeriat” kadını erkeğe kıyasla apayrı bir yere koyar. Şeriat ile kadının yan yana geldiği her cümle ağır hükümlerle emansipasyonunun sıfır dereceyi gösterdiği durumları imler.
TEL TOKA: Tel toka ve firketeyi ancak ve ancak kadınlar saçlarında kullanır. Gün olur bu tel toka sınava girmeden önce üstü aranan kadının başına bela olur. Tel tokadan kopya çekileceği ihtimali de ancak teknoloji timsali ülkemizde kadınları sınayacaktır.
USLU: Kadından beklenen vasıftır. “Akıllı-uslu”, “oturup-kalkmasını bilen” kadın erkek bilincine göre makbul kadındır. Söz konusu absürtlüklerin halay çektiği diyarda kadın kendi hayatına hükmettiği anda “uslu” olmaktan çıkar ve her türlü şiddetle sindirilmeyi hak eder. Bazen de “uslu” olmamanın bedelini canı ile öder.
ÜRETKENLİK: Ataerkil yapının kadından emeğinin karşılığını vermemek üzere biricik beklentisidir. Sürekli motivasyonu içeren bu beklentiye göre kadının birincil görevi çocuk doğurup gelecek nesillerin üretimine katkıda bulunmaktır. Kadının ikincil görevi ise eve ekmek getirmektir. Plaza kadınından, ev kadınlarına kadar tüm kadınlar iş hayatının yokuşlu yollarında sürünmeye mahkumdur. Kimi şirketler kadınların iş gücünden daha çok istifade etmek için onların istemli anneliklerine taş koyar. Bazı kurumlar ise anne olmayı istemeyen kadınları eve itip en iyi yaptıkları işin bu olduğu vurgusu ile onlara iş vermez. Üretkenliğin doğurganlıkla eş değer olduğu durumlarda kadının karar mekanizmasının işlerliğinin zayıflamasına başta devlet politikaları, sonrasında ise işbirlikçi yandaş erkek bilinci ortak olur. Doğurganlık dışında bilimum ev işlerinde üretim, ev sınırlarından çıkmadan evde biçki-dikişle üretim, ev dışında başkasının evinin işlerini yaparak üretim, diplomalı ise ofiste üretim beklentisi ile hemen her alanda kadınların üretkenliği sınanır.
VAJİNA: Absürtlükler diyarında adı sıklıkla yasaklanan kadınların genital organına verilen addır. Kadın cinselliğinin 21.yy'a rağmen yasaklı olduğu bir cephede elbette kadınlık organından söz etmek de ayıp karşılanmıştır.
YOSMA: TDK'ya göre “şen, güzel, fettan genç kadın”a verilen addır. Genellikle tüm bu kadınlığı ile barışık neşeli hatunlara ya bir hakaret ya da bir sulanma maksadı ile hitap sözcüğü olarak kullanılır.

ZEVCE: Bir erkeğin “nikahına aldığı” kadına Osmanlı Türkçesi'nde verilen isim. Modern tabirle erkeğin eşinin karşılığıdır. Günümüzde cezve kelimesini anıştıran bu kelime bazen kadının zevce değil de cezve yerine koyulduğunu düşündürmüyor değildir.

27 Ocak 2015 Salı

“Benim adım Neptün, senin adın Kübra olsun”

          Bir kadın cinayetine ramak kala kurtulan ama hayatı hiçbir zaman eskisi gibi olmayacak bir kadının anneliğe uyandığı ilk günlerin kabusa dönüştürülmesini okurken gözüm bu kabusu gerçekleştirenin adına takıldı ve Reha Erdem'in Kosmos filmindeki saf aşkın başlangıcındaki replik aklıma geldi. Filmde köye yeni gelen genç adam, âşık olduğu kızla ilk diyalogunda ona adını soruyordu. Kızdan: “Neptün olsun” karşılığını alan genç adam bunun üzerine sevinçle:“Senin Adın Neptün olsun, benim de Kosmos”diyordu. Aşka göre kurgulanmak böyle bir şeydi işte! Aşk, ismini bile seçebildiği bir özgürlük vaat ediyordu insana. Oysa bu şiirsel kurgudan çıkıp gerçek hayatın soğukluğuna düşünce insan ne ismini ne de talihini seçebildiğini görüyor.
          İşte bu soğuk zeminde bazı talihsiz rastlantılar insanın gözüne ilişebiliyor. Bu hikâyede ise isimler aşktan önce var. Adam Neptün. Kadın ise Kübra. Kübra, birçok dilde “Seni seviyorum” demesini bilir. Ay gibi güzeldir. Sonra uzak diyarlardan doğduğu topraklara dönmek ister. Burada bir aile kurmalıdır. Neptün baba, Kübra anne olacaktır. Sonunda bebek gelir. Neptün, Kübra'nın bildiği dilleri bilmez. Ana dillerinde dahi anlaşamazlar. Neptün, konuşup anlaşamadığı Kübra'nın kimse ile konuşamayacağını düşünür. Bu düşünce ile Kübra'ya bir darbe ile bildiklerini unutturur ve bir darbe ile de sözcükleri...Kübra sessizlik uykusuna dalar. Uyandığında ise artık hiçbir dilde “Seni seviyorum” diyemeyecektir.
          Kübra'nın ay yüzü soldurulur, bildikleri unutturulur. Gerçeğin hikâyesinde Neptün'ün ahlakı aşık olduğu kadına bunları eder. Öyle ki Neptün, Kübra'nın sezeryan sonrasında komaya girdiği yalanını söyler. Zaten dürüst olan hangi adam komaya girmiş karısından bebeğini kaçırır. Neptün bunu da yapar, Kübra'ya bebeğini göstermez. İnsan kendine, Kübra'nın hayatını yok ettikten sonra nasıl rahat uyur uykusunda sorusunu sormadan edemez.
          Kızı Kübra'yı görmek isteyen annesi ise Neptün'ün yalanlarına inanır. Başka bir deyişle, kızını bu yalanın kucağına teslim eder.Oysa kızı önceden de mutsuzdur, ama annesi bilmez. Herkes mutluluk oyunu oynamayı tercih eder. Mutluluk oyununun bedelini görmezden gelir. Kızının kocası tarafından dövüldüğünü ise ancak doktordan öğrenir.
          Kübra sonunda uzun uykudan uyanır. Uyanışla birlikte kötü anılar da hortlar. İçini yakan o anı tek tek harflerle anlatmak zorunda kalır. Kübra ne adını, ne de ona bu işkenceleri eden adamı verili düzenden bağımsız biçimde seçebilir.
          Eğitim şart diye diye çarkın dişlisi olmaya ittiğimiz kadınlara sadece ekonomik özgürlük vaat eden bu toplum düzeni bugün eğitimli, çalışan kadınlarını erkek şiddetinden koruyamıyorsa kadın özgürlüğünü çok yanlış anlamıştır. Bugün birçok okumuş ve çalışan kadın mahalle baskısı ile evlenip aile kurmaya itiliyor. Birçok eğitimli ve çalışan adam, kadınları dövüyor ve öldürüyor. Demek ki şart olan bu tip bir eğitim değil. Eğitim ve kariyer gelişmemiş ülkelerde hayati sayılır. Oysa ki gelişmiş insan eğitimin tutsaklığı körüklediğini bilir. Düşünceyi kıskaca alıp tektip insan yetiştirmeye odaklı eğitim kurumları kadının iş gücünden faydalanacağı bir kariyer hayatı ile bu niyetine özgürleşme süsü veriyor. Ekonomik özgürlüğüne rağmen kötü giden evliliğini sürdürmek zorunda hisseden kadınların durumu düşünülmeli. Cebindeki paranın kadını korumadığı aşikar. Çekirdek aile ve devlet iş birliği, kadının maruz kaldığı erkek elli işkenceleri halı altına itip hiçbir şey olmamış gibi davranmaya itiyorsa bir özgürlük ekonomik yolla mümkün olamaz. Ortada düpedüz bir ahlak sorunu vardır. Ahlaki kısıtlamalarla kadının özgürlüğünü elinden alan toplum nesiller boyu devraldığı bu çarpıklıkla yüzleşmeli. Şimdi adı olmayan kadınlar için Kosmos'un şairane dili ile sorgulattığı verili düzeni yeniden sorgulama zamanı.

*Bu yazı Bayan Yanı isimli derginin Kasım, 2014 sayısında yayınlanmıştır.

14 Eylül 2014 Pazar

Görsellerle Yaşıyorum


ÖMER SEYFETTİN'İN “PRİMO TÜRK ÇOCUĞU”NDAKİ KADIN ALGISI

          Ömer Seyfettin'in “Primo Türk Çocuğu” başlıklı hikâyesi Selanik'te yaşayan bir çekirdek ailenin yıkımını anlattığı söylenebilir. Bu ailenin reisi olan Kenan Bey, İzmir'de tanıştığı İtalyan güzeli Grazia'ya gönlünü kaptırır. Yalnız kızın babası Mösyö Vitalis kızını barbar, medeniyet düşmanı bir Türkle evlendirmek istemez. Kenan'a Osmanlı-Türk kimliğini unutarak bir İtalyan gibi yaşaması koşulu ile kızını verebileceğini söyler. Grazia'ya aşkından bu koşulu kabul eden Kenan, çocuklarını da İtalyan kaideleri ile yetiştirir. Öyle ki ilk çocuğuna “Primo”; ikincisine ise “Sekundo” diye seslenir. Tabii “Sekundo” kurgunun içinde sadece İtalyanların ikinci çocuğa “Sekundo” demelerini imleme vazifesini yerine getirip ölür. Geriye baş kahramanımız “Primo” kalır.

          İtalyanların Trablusgarp'a girişi ile işler karışır. Mutlu mesut yaşayan çekirdek ailenin üzerinde milliyetçilik dalgası ile kara bulutlar dolanmaya başlar. Bu dalga Kenan Bey'in kimliğini sorgulamasına ve âdeta : “İtalyanlar vatanı bölerken ben burada pasif pasif oturacak mıyım?” demesine yol açar. Grazia ise ortalık karıştığından bir an evvel Selanik'i terk etmeleri gerektiğini düşünür. Gel gelelim bu kritik evrede Kenan Bey, Grazia'ya bir Türk olduğunu hatırladığını ve kendisiyle gelmeyeceğini söyler. Bu sırada babası ile garip bir paralellikle Primo da Fransızca eğitim aldığı okulunda Orhan adında bir çocukla konuşur. Orhan, Primo'ya bir Türk olduğunu ve Türklerin tarihteki başarılarını anlatır.

          Orhan'ın motivasyonu ile Primo eve vatan, millet, Sakarya havası ile gelir. Şu rastlantıya bakın ki, Grazia ile Kenan da kararları noktasında çocuklarının akıbetini konuşmaktadır. Primo annesinde mi kalacaktır, babasında mı? Primo kırık Türkçesi ile Türk çocuğu olduğunu söyler: “Ben.... Turko çocuk....Ben, yok İtalyano..Ben burda..Ben çocuk Türk....”(390). Hikâyenin devamında Primo babası ile Selanik'te kalır ve içinde kopan milliyetçilik fırtınası ile düşmanı imha etmenin yollarını arayan çocukluktan canavarlığa evrilen birine dönüşür.

          Primo annesinin gidişi sonrasında dahi kalpsiz bir edayla: “Zaten o ecnebi kadının, o düşmanın aralarında ne lüzumu vardı?” (392) diye düşünür. Hikâyenin sonlarında milliyetçilik aleviyle tutuşup babasının revolverini ağzına alıp hazla emdiği ve düşman askerine doğrulttuğu satırlar Türk edebiyatının en ilginç sahnelerinden biri olarak akılda kalmıştır.

          Hikâyeye dair ifade edilecek çok şey var; ama benim bu yazıda asıl değinmek istediğim, olay örgüsünün içinde Ömer Seyfettin'in kimi zaman anlatıcının dili ile aralara serpiştirdiği benzetmelerle kadını nasıl algıladığı sorusuna cevap aramak. Bunun için hikâyede sözünü ettiğim pasajlara dönelim.
 Primo'nun annesine kafa tutup onunla gelmeyeceğini söylediği dramatik sahnenin ardından anlatıcı devreye girer ve ailesini terk edecek olan Grazia'nın durumunu şöyle betimler: “Grazia; muzaffer, genç, kavi ve uyanık Turan'ın muhakkak galebesi altında ezilecek olan zayıf, hasta ve miskin garbın korkak ve kadından bir timsali gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyordu” (391). Anlatıcı nezdindeki betimlemeye baktığımızda Ömer Seyfettin, Grazia üzerinden garbı kadınsılaştırmıştır. Garbı temsil eden Grazia'ya kadınlığı üzerinden zayıf, hasta ve miskin sıfatları giydirilmiştir. Zaten oğlu tarafından dahi anneliği yerine milliyeti düşünülerek düşman ilan edilmiştir Grazia.
Yine anlatıcının devreye girdiği bir başka bölümde Kenan'ın gözünden Selanik sokakları şöyle betimlenir: “Kahveler gene hıncahınç asker doluydu. Ne intizam, ne hükümet vardı...O gece uyuyamadı. İşte babasının dedikleri çıkıyordu. Hâlâ zabitler gazinolarda oturuyorlar, nazik ve beyaz elleriyle, kadın gibi, saçlarını ve bıyıklarını düzeltiyorlardı” (401). Burada da düşman askeri ile kadın arasında bir koşutluk kurulmuştur. Kadın gibi dış görünüşleri ile ilgilenen bu düşman askeri nazik ve beyaz ellere sahiptir. Askerlerin erkeksiliğinin yitimini imleyen kadınsılaştırmaya dayalı bir tasvir söz konusudur.
          Askerlerin kadınsılaştırılarak betimlendiği bir diğer bölümde ise bu kez Yunan ve Bulgar zabitlerinin arasında teslimiyetçi biçimde yer alan Türk zabitlerden bahsedilir. Primo'nun gözünden okuduğumuz bu bölümde vatandan önce canını düşünen zabitlere duyulan öfke yine erkekleri kadınsılaştırma ile anlatılır:
 Ah, değişmeyen yalnız bizim zabitlerdi. Askerlerini, toplarını, tüfeklerini,vatanlarını, ırzlarını, mallarını düşmana verdikten sonra kurtardıkları pis ve kıymetsiz canlarını eğlendiriyorlar, yine eskisi gibi parlak kılıçlarını yerlere sürterek muzaffer düşman askerlerinin arasında, erkeklerin önünden geçen bir kız tavrıyla utanmadan geziniyorlar; gazinolarda bacak bacak üstüne atıp narin kadınlar gibi nazik ve beyaz elleriyle taranmış saçlarını, yukarıya kaldırılmış bıyıklarını düzeltiyorlardı (404).
Ömer Seyfettin, düşman askerini betimlerken de kadınsılaştırmayı “nazik” ve “beyaz elli” sıfatları ile vurgulamıştı. Önceki alıntıda düşman askerlerini bu nitelendirme ile betimleyen yazar, bu alıntıda da düşman askeri ile bir arada olmakta sakınca görmeyen Türk zabitlerinin acizliğini de benzer sıfatlarla aktarmış. Sıfatlar bir yana zaten açıkça zabitlerin “kadın gibi” olduğunu belirtmiştir. Ömer Seyfettin'in düşmanı ve düşmanın safını tutanı nefretle betimlerken kadın gibi olmalarına yaptığı vurgu bir kadın nefretinin göstergesi olabilir mi? Sanırım bu sorunun cevabını vermeden önce hikâyedeki şu satırları gözden kaçırmasak iyi olacak:
Niçin ağlayacaktı? Kadınlar, zayıflar, kuvvetsizler, adîler, alçaklar ağlardı. O           ağlamayacak, fakat ağlatacaktı. Kalbinde yine bir acı duydu; sanki gözyaşları kirpiklerinin altında toplanıyor,, taşmak istiyordu. Derin bir nefes aldı (410).
          Erkekler ağlamaz, tabii Primo da yeni edindiği Türk kimliği ile bir erkeğe yakıştığı gibi ağlamayacaktı. Burada virgülle ayrılan sıfatlara bakmakta fayda var. Kadınlar, zayıflar, kuvvetsizler, adîler, alçaklar yine bir koşutluk içinde ağlayanlar sınıfına dâhil edilirken olumsuz nitelendirmelere kadının da dâhil edilmesi önceki alıntılarla bir arada değerlendirildiğinde pek de tesadüf eseri karşımıza çıkmıyor. Gelelim bir başka alıntıya:
Ölüm...Ama bu eskilerin, ihtiyarların, namussuzların, alçakların, kavmiyetsizlerin, Yahudilerin, kadınların ve korkakların sandıkları gibi müthiş ve korkunç bir şey miydi?(414-415).
Namussuzlar, alçaklar, kavmiyetsizler, Yahudi ve korkaklarla kadının da ötekileştirmeye tabi tutulduğu bir “ve” koşutluğu görüyoruz. Bu sıfatlarla acizlik tanımına gidilirken kadın erkek arasındaki farkın da altı çizilmiş. Kadın aciziyet sıfatları ile birlikte düşmandır da. İhtiyarlık da takip eden satırlarda kocakarılıkla bağdaştırılarak bu kez erkekliğe yapılan vurgu ile daha net biçimde olumsuzlanmıştır:
Unutulmamak...Bu nasıl olurdu? Babası söylemiyor muydu: Gayet büyük bir şey yapmakla...Herkesi hayretten şaşırtacak bir kahramanlık, dehşetli bir cesaret göstermekle...İşte büyük Türklük için o, ehemmiyetsiz, kıymetsiz ferdî hayatını feda edecekti. Bu kıymetsiz, muvakkat hayatı saklasa ne olacaktı. Hakaretler, küfürler, tokatlar, lanetler içinde ihtiyarlayacak, nihayet bir gün hasta ve kuvvetsiz yatağında bir bunak ve iğrenç bir kocakarı gibi gebermeyecek miydi? O vakit onun ismini tarihler yazar mıydı? Hayır...Asla...ve böyle bir erkek ölümünün, dünyada birçok atların, eşeklerin, köpeklerin ölümünden ne farkı vardı? (415).
          Milliyetçilik fırtınası ile yeniden doğan ve tarih yazma arzusuna kapılan Primo için de kıymetsiz bir ömür sürmektense ölüm yeğ hâle gelir. Burada sözü edilen herhangi birinin ölümü değil, bir erkeğin ölümüdür. Bir erkek gibi ölmek. Ölümden korkmamak. Vatanı uğruna ölen şerefli ve güçlü bir erkek olmak ister çocuk yaştaki Primo. Erkek olduğundan ona yüklenen militarist kimlikle Primo'nun çocukluğunun yitimi veya tabiri caizse katli vuku bulmuştur. Erkekliğin yitiminde ise en büyük tehdit kadın olmak veya kadınsılaşmaktır. Vatanı düşman askerince işgal edilmiş bir erkek aciziyet sıfatlarından muaf olup kahramanlık sergilerken kadını karşısına alır. Ömer Seyfettin'de kadınsılaştırma, erkekliği bozguna uğratmada bir betimleme aracı olarak, en büyük silah hâline gelmiştir. Hâsılı “Primo Türk Çocuğu”nu kadınlığın ve çocukluğun öldürüldüğü erkekliğin ve vatanperverliğin yüceltildiği bir hikâye olarak da okumak mümkün.
Kaynak: Seyfettin Ömer. Ömer Seyfettin Bütün Hikâyeleri. (Haz. Polat, Nazım Hikmet.) İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2010.



31 Temmuz 2014 Perşembe

HORMONLU ZİHİNLER


          Gezi direnişinin birinci yılını kutlarken bugün televizyon kanallarından öğrendikleriyle geçimini sağlayan orta sınıfın çoğunda aktardan tasdikli sağlık programlarına abanıldığını gördükçe ne tepki vereceğimi şaşırıyorum. Diyetisyen, aktar, enejici, alternatifçi, bilimadamı, zart zurtçu kisvesiyle “Şunu ye, kansere bire bir ablacııım” diyen pazarcı kılıklı dayılara verilen referansın haddi hesabı yok. Artık iki kelime laf edemiyorum orta yaşlı orta sınıfla çünkü her iki kelimeden biri: “Şunun çekirdeğini mıncır, yut! Bak çok iyi geliyormuş. Saafoğlu söyledi. Büyük alim! Mutlaka ye çocuuum” şeklinde. Kanserden ölüm korkusunun, manyaklık boyutunda beslenme fetişine dönüştüğü ülkemizde adaletsizten ölenler için hiçbir eylemliliğe gidilmemesi ne acı!

          Orta yaş ve üzeri orta sınıf her şeyde olduğu gibi bu eylemlilik meselesinde de orta yolu bulmuş durumda. Akşam izlenilen haberlere iki “Cık cık!”, bir “Vah vah!” ettikten sonra gelelim fasülyenin faydalarına seansına başlamak resmen korsan ritüele dönüştürülmüş. “Aman çocuğum olaylara karışma! Ama ne yap et, iki elin kanda olsa da kiraz sapını, limon çekirdeğini eksik etme!” apolitik zihinlerin mottosu hâline gelmiş.
          Hemen her programda sağlık da sağlık diye milletin beynini yıkayan satılmış medya hükümet elli cinayetlere yer vermekten kaçarken biz onca katledilme haberine karşın ne zaman İsveç'e dönüştük de kendimizi kanserden korur olduk? Ucuz ölümler diyarı ülkemizde ne zaman sıra kansere geldi?
          Bir de komplo teorisi ürettim: Yıllardır peşimizden yemekle koşan, hırka giydirmeye çalışan masum görünümlü anneler, bu özelliklerinden ötürü kamuflaja bürünüp Saafoğullarının misyonerliğini yapıyor olabilir mi? Her gün sabahtan akşama kadar izlediği programlardan ötürü beyni aktara bağlayan teyzelerdense sapan tutan aktivist teyzeyi kaç hükümet yeğler ki? En güzeli etliğe sütlüğe karışmayıp kendini kanserden ve tüm felaketlerden koruyan bir neslin üreticisi olan anneler yetiştirmek. Böylece gençlik hem kanserden korunacak hem de hükümetin adaletsizliklerine gık diyemediğinden her daim güven içinde yaşayacak. Ne ütopik bir manzara.
          Yeni nesil ev hanımının hormonlu besin, kansorejen madde kabusu “Artık çok geç!” dedirten bir yöne de sahip. Düşünsenize onca yıldır katı yağla beslenip sonra tıkanmak üzere olan damarları “Biz her şeye zeytinyağı koyuyoruz” diyerek açma çabası çok absürt değil mi? Eski tüketim ekipmanlarındaki hormona/kanser yapıcı etmenlere yeterince maruz kalmasından dolayı son gece ödev yetiştirmeye çalışan biçare öğrencinin hâlini anımsatıyor bu teyzelerin hâli. Takriben 50 yıl öncesinde Vita yağına abanıp sonra soya filizi yağından başkasını kullanmayan hormonlu zihine Çernobil aromalı çay ikram etmek istiyorum. Çok iyi geliyormuş bakın öyle diyor büyüklerimiz. Üstüne de doksanlarda giydiğin kanserojen boyalı t-shirtü de giyindin mi tadından yenmez! Bir yağ yaktırıyor ki... Allah seni inandırsın, kaynımın kızı bir ayda 35 kilo verdi!
          Keşke bu mantıkla gidecek olduğumuzda hükümetin döktüğü kana da bir çare olsa. Mesela ceviz suyuna incir çekirdeği koyduğumuzda vicdan uyansa. Adaçayına limon ve zencefil ekleyince ileri demokrasi gelse. Böğürtlene kuşburnu ekleyince zihinler uyansa ve hür olsa! Belki aktardan çıkıp biraz politik tarihimizle ve bugünümüzle haşır neşir olursak mucizevi tariflere gerek kalmaz. Gezi'deki gibi mucizevi tarihler yazılır.