30'lu
yaşları karşılarken her yalnız kadın çok şartmış gibi bir
iç hesaplaşmanın içinde bulur kendini. Bu yaşa kadar hayatına
girmiş erkekleri, kariyer planlarını, çoluk çocuğa karışmış
akranlarını düşünür. Belli kareleri geriye sarıp tekrar
oynatır. Pişmanlıklarını tazeler. Tüm bunlar olurken de
yalnızlığını paylaşacağı vefalı dostların listesini gözden
geçirmeye başlar. Bu dostlar hemcinslerinden çok,
kedi-köpekgillerdendir. Bir kadının yalnızlığı ile
cebelleştiği an itibariyle “kedili kadın”a dönüşme fobisi
sinyal vermeye başlar. Kedi sayısı ise bu kurguda biraz abartılı
biçimde; yaşla orantılı hayal edilir. Evin her metrekaresine
serpiştirilmiş türlü renk ve desendeki kediler miyavlamalarıyla
bitmek bilmez yalnızlık hastalığının devası olmaya çalışır.
Bu yazıda “kedili kadın” olmayı ne kutsayacağım ne de bunun
acınası bir hâl olduğunu vurgulayacağım. Kedili ya da kedisiz
kadının yalnızlıktan kaçış serüvenine değinmeye çalışacağım.
“Kedili
kadın” olmak başka bir deyişle "yalnız ölmek" ve sadece kedileri
tarafından doğaya -bu senaryoda apartman dairesine olmalı sanırım-
karışmak çok iç burkuyor değil mi? Bu konuda dürüst olup
“kedili olmak olağan bir durumdur, yalnızlık olmasaydı” demekte fayda var. Buna bağlı olarak kadın-kedi
denkleminde belirleyici olan zikredilmemiş yalnızlıktır. Kediyi
yalnızlık fobisine alet etmek zavallıya haksızlıktır. “Bir
çocuk sahibi olamadım bari kedim olsun, tüm östrojeni kediye
yatıralım” kafası epey manasız geliyor bana. “Köpek değil
de kediyi tercih ederim”, “Ben kedi insanıyım”, “Sevgili
yerine kedi”, “(Kedileri göstererek) Bunlar benim
çocuklarım”...Kedicanlar hep bir şeyin değillemesi ya da bir
şeye koşut kurgulanıyor. Kedili ya da değil, yalnız olmanın
nesi bu kadar kötü?
Yalnız olmak kötüdür çünkü mahalle baskısına maruz kalırsın. Kimse senin özel hayatına saygı duymaz, kimse sana adam gibi bir daire vermez, kimse sana saygı duymaz.“X vardı, bizim coğrafya hocası. Hiç evlenmemişti. Ehe! Ondan öyle çatlakmış oğlum!”veya“Y vardı bizim ofiste boşanmış. Yazık kadına bir başına!” lakırdıları... Özetle, özellikle bir İslam ülkesinde yalnızsan gayrımeşru bir birey olur çıkarsın. Her zaman bir zavallı, her zaman bir tehdit unsuru olmanın arasında örselenir durursun. Bunlar işin toplumsal boyutu. Toplum bir baba ise birey evlatlıktan reddedilmemek için evin kurallarına uymanın lehine olduğunu düşünüyor. Toplum tarafından kabul görme endişesine bağlı olarak yalnızlık fobisi, cinsiyet kodlarına uygun davranmayla bastırılmaya çalışılıyor. Yani birliktelik/ilişki hobisine dönüştürülmeye çalışılıyor. “Hoşçakal kedili kadın, merhaba üç çocuk sahibi evli kadın!” kodu ise bu şekilde kurgulanıyor.
Yalnız ve özgür bir kadın olmak, toplumla işbirliği bozduğu gibi tüm sorumluluk yükünün de tek başına üstlenilmesi anlamına geliyor. Bu da yalnızlık fobisini besleyen toplumsal itkilerin dışında bireysel tercihin de belirleyici olduğunu gösteriyor. Yalnız adamı toplum çarmıha gerer klişesi/arabeskinin dışında, kendi rızasıyla yalnızlıktan kaçma gönüllüsü pek çok insan var. Neticede her kadının rüyasıdır şu cümleyi duymak: “Hayatım/aşkım/yavrum sen artık çalışma! Ben sana bakarım”. Evin yükünü bir erkeğin üstlenmesi kadar güzeli yoktur. Bunun yanında iş hayatı ile evi bir arada yürütmeye artık gerek kalmaması harikadır. Bundan böyle sadece ev içi sorumluluklar vardır. Bu da sonsuz bir tatil gibi görünür. Mesai saatleri esnektir. Patron ise artık kocadır. Koca da istenildiğinde nazı niyazı çeken, zaafları bilinen görece daha iyi, anlayışlı, uzun lafın kısası amatör bir patrondur. Bu bireysel tercih, birçokları için özgür kadının halk dilindeki karşılığının neden “enayilik”olduğunu da gösterir. Neticede hangi kadın akşam iş çıkışı beş litrelik iki suyu canı çıkarak taşırken bir şövalye tarafından bu durumdan çekip çıkarılmak istemez ki?!
Yalnız olmak kötüdür çünkü mahalle baskısına maruz kalırsın. Kimse senin özel hayatına saygı duymaz, kimse sana adam gibi bir daire vermez, kimse sana saygı duymaz.“X vardı, bizim coğrafya hocası. Hiç evlenmemişti. Ehe! Ondan öyle çatlakmış oğlum!”veya“Y vardı bizim ofiste boşanmış. Yazık kadına bir başına!” lakırdıları... Özetle, özellikle bir İslam ülkesinde yalnızsan gayrımeşru bir birey olur çıkarsın. Her zaman bir zavallı, her zaman bir tehdit unsuru olmanın arasında örselenir durursun. Bunlar işin toplumsal boyutu. Toplum bir baba ise birey evlatlıktan reddedilmemek için evin kurallarına uymanın lehine olduğunu düşünüyor. Toplum tarafından kabul görme endişesine bağlı olarak yalnızlık fobisi, cinsiyet kodlarına uygun davranmayla bastırılmaya çalışılıyor. Yani birliktelik/ilişki hobisine dönüştürülmeye çalışılıyor. “Hoşçakal kedili kadın, merhaba üç çocuk sahibi evli kadın!” kodu ise bu şekilde kurgulanıyor.
Yalnız ve özgür bir kadın olmak, toplumla işbirliği bozduğu gibi tüm sorumluluk yükünün de tek başına üstlenilmesi anlamına geliyor. Bu da yalnızlık fobisini besleyen toplumsal itkilerin dışında bireysel tercihin de belirleyici olduğunu gösteriyor. Yalnız adamı toplum çarmıha gerer klişesi/arabeskinin dışında, kendi rızasıyla yalnızlıktan kaçma gönüllüsü pek çok insan var. Neticede her kadının rüyasıdır şu cümleyi duymak: “Hayatım/aşkım/yavrum sen artık çalışma! Ben sana bakarım”. Evin yükünü bir erkeğin üstlenmesi kadar güzeli yoktur. Bunun yanında iş hayatı ile evi bir arada yürütmeye artık gerek kalmaması harikadır. Bundan böyle sadece ev içi sorumluluklar vardır. Bu da sonsuz bir tatil gibi görünür. Mesai saatleri esnektir. Patron ise artık kocadır. Koca da istenildiğinde nazı niyazı çeken, zaafları bilinen görece daha iyi, anlayışlı, uzun lafın kısası amatör bir patrondur. Bu bireysel tercih, birçokları için özgür kadının halk dilindeki karşılığının neden “enayilik”olduğunu da gösterir. Neticede hangi kadın akşam iş çıkışı beş litrelik iki suyu canı çıkarak taşırken bir şövalye tarafından bu durumdan çekip çıkarılmak istemez ki?!
“Dominant
ve yalnız kadın olmak” da ayrı bir enayilik kriteri olarak
algılanır. Sevgililikte sorumluluk tiryakisi, baskın kadın imajı
çoğu kez rol karmaşasıyla sarsılır. İlişki ise hezimetle
noktalanır. Şöyle bir tablo düşünün çalışan bir kadınsınız.
İş çıkışı alışveriş yapıp eve geliyorsunuz. Güzel bir
yemek hazırlayıp birlikte olduğunuz adama sunuyorsunuz. Sonrasında
beraber bir şeyler içmeye gidiyorsunuz. Hesabı asla ona
ödetmiyorsunuz. Akşam eve döndüğünüzde bilimum kadınlık
vasıflarınızı sergiliyorsunuz. Sizden başarılısı yok. Bir
kavga anında da “Beğenmiyorsan s*ktir git!” diyebiliyorsunuz.
Sonuç: Elde var sıfır! Yani enayilik mertebelerinin en yükseğine
erişmek. Onca emek boşa gitti. Erkeğe atfedilen bilimum
sorumluluklarla birlikte mükemmel kadın tanımına uymayı sağlayan
sorumlulukların el ele yürütülmesi, belki de yarı erkek yarı
kadın bir mutasyon yaratıyor. Bu da dominant kadın tanımının
yeniden düşünülmesi gerektiğini gösteriyor. Erkek gibi kadın
olmakla kastedilen nedir? Hem erkek hem de kadın olmak! Amma zor
değil mi? En azından “kocam” dediği adamın cefasını çeken
birine göre bu kadın “hiçbir şeyi” olan bir adamın cefasını
çekerek aptallık etmiş oluyor. Cinsiyet rollerinin alayını
üstlenip sonunda ödüllendirilmemiş olmak bu kadın tipinin
“enayi” görülmesine yol açıyor.
Enayinin tam tersi de erkeği sömüren “kurnaz/fettan” kadın. İstediğini elde etmek bu kadının sanatı. Sorumluluğu erkeğine yıkıp her şeyin ayağına serileyeceğini düşünen kadın “akıllı” kadın olarak görülüyor. Kocası kazanacak, o yiyecek. Yediği şeylerin yanında kocasından işittiği lafların bir önemi yok. Neticede bu feminizm zırvaları karın doyurmuyor. Her sınıftan kadın bir şekilde eziliyor. O ise en azından kocasının aldığı arabaya binip onun kredi kartı limitinden harcama yapıyor. Erkekler bu kadından korkarken onun çocuksuluğuna ve muhtaçlığına da bir şekilde bayılabiliyorlar. “Akıllı kadın vallahi”. Bu kadın her izdivaç programının onaylayacağı cinsten on numara, beş yıldızlı iş başarmış oluyor.Yine de insan kendine ait olmayan bir şeyin sefasını ne kadar sürebilir? Kadına “akıllı” denilmesinin sebebi de belki erkeğin kaynaklarını kendine harcaması. Yine de erkeği elinde tutmak için her daim bakımlı olmak zorunda hissediyor. Kendini olmadığı birine dönüştürüyor. Ne kadar “akıllılık" gibi görülse de her şeyin bedeli olduğunun farkında ve özgürlüğünü meta ile takas etmişken buluyor kendini.
Enayinin tam tersi de erkeği sömüren “kurnaz/fettan” kadın. İstediğini elde etmek bu kadının sanatı. Sorumluluğu erkeğine yıkıp her şeyin ayağına serileyeceğini düşünen kadın “akıllı” kadın olarak görülüyor. Kocası kazanacak, o yiyecek. Yediği şeylerin yanında kocasından işittiği lafların bir önemi yok. Neticede bu feminizm zırvaları karın doyurmuyor. Her sınıftan kadın bir şekilde eziliyor. O ise en azından kocasının aldığı arabaya binip onun kredi kartı limitinden harcama yapıyor. Erkekler bu kadından korkarken onun çocuksuluğuna ve muhtaçlığına da bir şekilde bayılabiliyorlar. “Akıllı kadın vallahi”. Bu kadın her izdivaç programının onaylayacağı cinsten on numara, beş yıldızlı iş başarmış oluyor.Yine de insan kendine ait olmayan bir şeyin sefasını ne kadar sürebilir? Kadına “akıllı” denilmesinin sebebi de belki erkeğin kaynaklarını kendine harcaması. Yine de erkeği elinde tutmak için her daim bakımlı olmak zorunda hissediyor. Kendini olmadığı birine dönüştürüyor. Ne kadar “akıllılık" gibi görülse de her şeyin bedeli olduğunun farkında ve özgürlüğünü meta ile takas etmişken buluyor kendini.
“Enayi”
ya da “kurnaz” olarak görülen kadınlar... Bu kategorilerin
hepsini topladığımızda beklentiden arınmış kendi için yaşayan
bir kadına ne yaparsak yapalım ulaşamamak çok hazin. Sanki bir
yerde ne kadar bağımsız olursa olsun kendini zorla bir bağımlılığa
teşvik ediyor kadınlar. Bir başkasının varlığı olmadan
yaşayamıyorlar. Dolayısıyla yalnızlıkla kadının kavuşmasında
toplumun yalnız kadına ettiği muameleden daha esaslı bir engel
çıkıyor: Annelik. Var olmak için bir şeyi sevmek ve o şey
tarafından sevilmek. Bir sevgiliye ya da eşe duyulan ihtiyaçtan da
kuşatıcı olan anne olma ihtiyacı. İki cinsi birbirinden ayıran
biricik fark. Çocuk olmadan anne olmaz. Çocuk varken yalnızlık
olmaz.