14 Eylül 2014 Pazar

Görsellerle Yaşıyorum


ÖMER SEYFETTİN'İN “PRİMO TÜRK ÇOCUĞU”NDAKİ KADIN ALGISI

          Ömer Seyfettin'in “Primo Türk Çocuğu” başlıklı hikâyesi Selanik'te yaşayan bir çekirdek ailenin yıkımını anlattığı söylenebilir. Bu ailenin reisi olan Kenan Bey, İzmir'de tanıştığı İtalyan güzeli Grazia'ya gönlünü kaptırır. Yalnız kızın babası Mösyö Vitalis kızını barbar, medeniyet düşmanı bir Türkle evlendirmek istemez. Kenan'a Osmanlı-Türk kimliğini unutarak bir İtalyan gibi yaşaması koşulu ile kızını verebileceğini söyler. Grazia'ya aşkından bu koşulu kabul eden Kenan, çocuklarını da İtalyan kaideleri ile yetiştirir. Öyle ki ilk çocuğuna “Primo”; ikincisine ise “Sekundo” diye seslenir. Tabii “Sekundo” kurgunun içinde sadece İtalyanların ikinci çocuğa “Sekundo” demelerini imleme vazifesini yerine getirip ölür. Geriye baş kahramanımız “Primo” kalır.

          İtalyanların Trablusgarp'a girişi ile işler karışır. Mutlu mesut yaşayan çekirdek ailenin üzerinde milliyetçilik dalgası ile kara bulutlar dolanmaya başlar. Bu dalga Kenan Bey'in kimliğini sorgulamasına ve âdeta : “İtalyanlar vatanı bölerken ben burada pasif pasif oturacak mıyım?” demesine yol açar. Grazia ise ortalık karıştığından bir an evvel Selanik'i terk etmeleri gerektiğini düşünür. Gel gelelim bu kritik evrede Kenan Bey, Grazia'ya bir Türk olduğunu hatırladığını ve kendisiyle gelmeyeceğini söyler. Bu sırada babası ile garip bir paralellikle Primo da Fransızca eğitim aldığı okulunda Orhan adında bir çocukla konuşur. Orhan, Primo'ya bir Türk olduğunu ve Türklerin tarihteki başarılarını anlatır.

          Orhan'ın motivasyonu ile Primo eve vatan, millet, Sakarya havası ile gelir. Şu rastlantıya bakın ki, Grazia ile Kenan da kararları noktasında çocuklarının akıbetini konuşmaktadır. Primo annesinde mi kalacaktır, babasında mı? Primo kırık Türkçesi ile Türk çocuğu olduğunu söyler: “Ben.... Turko çocuk....Ben, yok İtalyano..Ben burda..Ben çocuk Türk....”(390). Hikâyenin devamında Primo babası ile Selanik'te kalır ve içinde kopan milliyetçilik fırtınası ile düşmanı imha etmenin yollarını arayan çocukluktan canavarlığa evrilen birine dönüşür.

          Primo annesinin gidişi sonrasında dahi kalpsiz bir edayla: “Zaten o ecnebi kadının, o düşmanın aralarında ne lüzumu vardı?” (392) diye düşünür. Hikâyenin sonlarında milliyetçilik aleviyle tutuşup babasının revolverini ağzına alıp hazla emdiği ve düşman askerine doğrulttuğu satırlar Türk edebiyatının en ilginç sahnelerinden biri olarak akılda kalmıştır.

          Hikâyeye dair ifade edilecek çok şey var; ama benim bu yazıda asıl değinmek istediğim, olay örgüsünün içinde Ömer Seyfettin'in kimi zaman anlatıcının dili ile aralara serpiştirdiği benzetmelerle kadını nasıl algıladığı sorusuna cevap aramak. Bunun için hikâyede sözünü ettiğim pasajlara dönelim.
 Primo'nun annesine kafa tutup onunla gelmeyeceğini söylediği dramatik sahnenin ardından anlatıcı devreye girer ve ailesini terk edecek olan Grazia'nın durumunu şöyle betimler: “Grazia; muzaffer, genç, kavi ve uyanık Turan'ın muhakkak galebesi altında ezilecek olan zayıf, hasta ve miskin garbın korkak ve kadından bir timsali gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyordu” (391). Anlatıcı nezdindeki betimlemeye baktığımızda Ömer Seyfettin, Grazia üzerinden garbı kadınsılaştırmıştır. Garbı temsil eden Grazia'ya kadınlığı üzerinden zayıf, hasta ve miskin sıfatları giydirilmiştir. Zaten oğlu tarafından dahi anneliği yerine milliyeti düşünülerek düşman ilan edilmiştir Grazia.
Yine anlatıcının devreye girdiği bir başka bölümde Kenan'ın gözünden Selanik sokakları şöyle betimlenir: “Kahveler gene hıncahınç asker doluydu. Ne intizam, ne hükümet vardı...O gece uyuyamadı. İşte babasının dedikleri çıkıyordu. Hâlâ zabitler gazinolarda oturuyorlar, nazik ve beyaz elleriyle, kadın gibi, saçlarını ve bıyıklarını düzeltiyorlardı” (401). Burada da düşman askeri ile kadın arasında bir koşutluk kurulmuştur. Kadın gibi dış görünüşleri ile ilgilenen bu düşman askeri nazik ve beyaz ellere sahiptir. Askerlerin erkeksiliğinin yitimini imleyen kadınsılaştırmaya dayalı bir tasvir söz konusudur.
          Askerlerin kadınsılaştırılarak betimlendiği bir diğer bölümde ise bu kez Yunan ve Bulgar zabitlerinin arasında teslimiyetçi biçimde yer alan Türk zabitlerden bahsedilir. Primo'nun gözünden okuduğumuz bu bölümde vatandan önce canını düşünen zabitlere duyulan öfke yine erkekleri kadınsılaştırma ile anlatılır:
 Ah, değişmeyen yalnız bizim zabitlerdi. Askerlerini, toplarını, tüfeklerini,vatanlarını, ırzlarını, mallarını düşmana verdikten sonra kurtardıkları pis ve kıymetsiz canlarını eğlendiriyorlar, yine eskisi gibi parlak kılıçlarını yerlere sürterek muzaffer düşman askerlerinin arasında, erkeklerin önünden geçen bir kız tavrıyla utanmadan geziniyorlar; gazinolarda bacak bacak üstüne atıp narin kadınlar gibi nazik ve beyaz elleriyle taranmış saçlarını, yukarıya kaldırılmış bıyıklarını düzeltiyorlardı (404).
Ömer Seyfettin, düşman askerini betimlerken de kadınsılaştırmayı “nazik” ve “beyaz elli” sıfatları ile vurgulamıştı. Önceki alıntıda düşman askerlerini bu nitelendirme ile betimleyen yazar, bu alıntıda da düşman askeri ile bir arada olmakta sakınca görmeyen Türk zabitlerinin acizliğini de benzer sıfatlarla aktarmış. Sıfatlar bir yana zaten açıkça zabitlerin “kadın gibi” olduğunu belirtmiştir. Ömer Seyfettin'in düşmanı ve düşmanın safını tutanı nefretle betimlerken kadın gibi olmalarına yaptığı vurgu bir kadın nefretinin göstergesi olabilir mi? Sanırım bu sorunun cevabını vermeden önce hikâyedeki şu satırları gözden kaçırmasak iyi olacak:
Niçin ağlayacaktı? Kadınlar, zayıflar, kuvvetsizler, adîler, alçaklar ağlardı. O           ağlamayacak, fakat ağlatacaktı. Kalbinde yine bir acı duydu; sanki gözyaşları kirpiklerinin altında toplanıyor,, taşmak istiyordu. Derin bir nefes aldı (410).
          Erkekler ağlamaz, tabii Primo da yeni edindiği Türk kimliği ile bir erkeğe yakıştığı gibi ağlamayacaktı. Burada virgülle ayrılan sıfatlara bakmakta fayda var. Kadınlar, zayıflar, kuvvetsizler, adîler, alçaklar yine bir koşutluk içinde ağlayanlar sınıfına dâhil edilirken olumsuz nitelendirmelere kadının da dâhil edilmesi önceki alıntılarla bir arada değerlendirildiğinde pek de tesadüf eseri karşımıza çıkmıyor. Gelelim bir başka alıntıya:
Ölüm...Ama bu eskilerin, ihtiyarların, namussuzların, alçakların, kavmiyetsizlerin, Yahudilerin, kadınların ve korkakların sandıkları gibi müthiş ve korkunç bir şey miydi?(414-415).
Namussuzlar, alçaklar, kavmiyetsizler, Yahudi ve korkaklarla kadının da ötekileştirmeye tabi tutulduğu bir “ve” koşutluğu görüyoruz. Bu sıfatlarla acizlik tanımına gidilirken kadın erkek arasındaki farkın da altı çizilmiş. Kadın aciziyet sıfatları ile birlikte düşmandır da. İhtiyarlık da takip eden satırlarda kocakarılıkla bağdaştırılarak bu kez erkekliğe yapılan vurgu ile daha net biçimde olumsuzlanmıştır:
Unutulmamak...Bu nasıl olurdu? Babası söylemiyor muydu: Gayet büyük bir şey yapmakla...Herkesi hayretten şaşırtacak bir kahramanlık, dehşetli bir cesaret göstermekle...İşte büyük Türklük için o, ehemmiyetsiz, kıymetsiz ferdî hayatını feda edecekti. Bu kıymetsiz, muvakkat hayatı saklasa ne olacaktı. Hakaretler, küfürler, tokatlar, lanetler içinde ihtiyarlayacak, nihayet bir gün hasta ve kuvvetsiz yatağında bir bunak ve iğrenç bir kocakarı gibi gebermeyecek miydi? O vakit onun ismini tarihler yazar mıydı? Hayır...Asla...ve böyle bir erkek ölümünün, dünyada birçok atların, eşeklerin, köpeklerin ölümünden ne farkı vardı? (415).
          Milliyetçilik fırtınası ile yeniden doğan ve tarih yazma arzusuna kapılan Primo için de kıymetsiz bir ömür sürmektense ölüm yeğ hâle gelir. Burada sözü edilen herhangi birinin ölümü değil, bir erkeğin ölümüdür. Bir erkek gibi ölmek. Ölümden korkmamak. Vatanı uğruna ölen şerefli ve güçlü bir erkek olmak ister çocuk yaştaki Primo. Erkek olduğundan ona yüklenen militarist kimlikle Primo'nun çocukluğunun yitimi veya tabiri caizse katli vuku bulmuştur. Erkekliğin yitiminde ise en büyük tehdit kadın olmak veya kadınsılaşmaktır. Vatanı düşman askerince işgal edilmiş bir erkek aciziyet sıfatlarından muaf olup kahramanlık sergilerken kadını karşısına alır. Ömer Seyfettin'de kadınsılaştırma, erkekliği bozguna uğratmada bir betimleme aracı olarak, en büyük silah hâline gelmiştir. Hâsılı “Primo Türk Çocuğu”nu kadınlığın ve çocukluğun öldürüldüğü erkekliğin ve vatanperverliğin yüceltildiği bir hikâye olarak da okumak mümkün.
Kaynak: Seyfettin Ömer. Ömer Seyfettin Bütün Hikâyeleri. (Haz. Polat, Nazım Hikmet.) İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2010.