3 Nisan 2014 Perşembe

“YAZMA” VEYA SÖZLÜ TACİZ GİRİŞİMLERİ: DİYALOĞA AYAK DİRETEN MONOLOGLAR

Giriş Notu: Bu sayıda mizahi unsuru bol bir yazı yazma hedefinde olsam da epeydir yazmak istediğim bir konuda, konunun ciddiyetinden olsa gerek, dil şaşmasına uğradığımı başından itiraf etmek isterim. Ciddiyet-mizah ikiliği (yüzeysellikte son nokta) yaratıp kendi yeteneksizliğime bahane üretiyor da olabilirim. Mazur görün. 





   

  


Yazmak ya da Yazmamak İşte Bütün Mesele Bu!



          Sokağa adım atıldığından itibaren sözlü taciz yasalarının binbir çeşit rengiyle, istikrarlı biçimde yürürlüğe geçirildiği ülkemizde kadınlara anlatacak çok malzeme çıkıyor. Acıklıdır ki sözlü tacizin eylemsel tacize hatta tecavüze evrilmesinin her mertebesini çocuk yaştan itibaren deneyimlediğimiz bir ülkede yaşıyoruz. Amiyane tabirle “birine yazma” ile sözlü tacizin ince hatlarla ayrıldığı bir ortamda yaşadığımız kanısındayım. Daha çok kız kıza sohbetlerde utancı kırıp anlatabildiğimiz pek çok sözlü taciz anıları vardır. Travmatikliğinin diğerlerine kıyasla daha paylaşılmaya müsait olmasından ötürü “Sözlü Taciz Güncesi” başlıklı projemi hayata geçirme kararı aldım. Çocukluktan, ergenliğe, yetişkinliğe, orta yaşlılığa, yaşlılığa kadarki evrede aklımıza kazınmasına dirensek de bir türlü silinmeyen sözlü tacize uğradığımız anları paylaşabileceğimiz bir platform oluşturma fikrine ne dersiniz? Bu konuda siz değerli okurlarımın fikrine açığım. Paylaştıkça güç kazanırız. Neticede bizi bizden başka koruyacak yok. Farkındalıkla bir nebze aşabileceğimiz durumları gözden geçirmeyi deneyelim. Bakalım ne olacak? Başlıkta zikrettiğim diyaloğa ayak direten monologlar tabiri ise yazmakla yetinmeyip işi tacize vardıran kişinin kendi monolog evreni üzerinden karşı tarafı zorla diyaloğa çekme girişimlerini anlatmaya çalıştım. Bu ayak diretmelerin nerede sınırını aştığını belirlemek zor. Bu yüzden işe bence en temel yaklaşımla; soruna adını koymakla başlayabiliriz.
           Sanırım halk arasında “yazmak” olarak tabir ettiğimiz eylem, sözlü tacizin masumâne formu. Neticede hoşlanılan kişinin yazması durumunu da içermesi bakımından “yazmak” olumlanabiliyor. Ama “Herif deli gibi yazıyor ve ben istemiyorum” anı da var. Sözlü tacizde istenilmeyen bir durumun içine itilen mağdur bir taraf olduğu şüphesizken yazma girişiminin doğası muğlaklık taşıdığından rahatsız edici boyutlara hangi aşamada geçildiği öngörülemiyor. Kimi zaman bilhassa kadınların sözlü taciz ile yazma girişimini ayırt edemeyecek duruma geldiğini düşünmüyor değilim. Sanırım ülkemizdeki şiddet dozajı ile bağıntılı olarak kadınlarda sözlü tacize tolerans daha fazla. Travma yaratacak derin şiddet örneklerinden sonra kadınlar kelimenin tam anlamıyla sözlü tacizi olağan karşılayıp adeta bu kadarla kalmasına şükredecek noktaya geldi. Bu yazıda daha çok istemediğinizi ortaya koymanıza karşın ısrarla size yazan hatta sözlü tacizde bulunan insanların yaklaşımlarına değinmeye çalışacağım. Yazmanın kolaylıkla sözlü tacize evrildiği anlara yer vereceğim.

             ******************************************************
          İnceden yazma, laf atma ve tehdit içerikli sözler yapılanın adını koymayı zorlaştırıyor çünkü bazen bunların hepsi paket program olarak sunuluyor. Israrcı kişiler bazen öyle cümleler kuruyor ki ne tepki vereceğinizi şaşırıyorsunuz. Sizi hazırlıksız yakalayan bu sözler zihninize öyle fatal error verdiriyor ki tacizcinin sözlerine gülseniz mi ağlasanız mı bilemiyorsunuz. Kimi zaman da ısrarcı kişiyi defetmek uğruna zoraki diyalog yaşanabiliyor. Tacizci kendi dünyasını ve düşüncelerini öyle fütursuzca paylaşmaya hazır ki otobüste, kalabalık bir sokakta dahi zerre çekince hissetmeksizin tweet atar gibi laf atabiliyor.
          Kendi anılarıma ve çevremdeki gözlemlere geçerek şu resmi dili bir nebze kırmayı ümit ediyorum. Sözlü tacize meyilli meslek grupları ile söze başlayayım. Misal kuaför ve taksiciler... Elbette bu mesleğe mensup tüm kişiler için genelleyemesek de benim “kıstırma taktiği” adını verdiğim yöntemle işini kötüye kullananlara epeyce rastlamışsınızdır. Artık mekâna hâkim olmaktan mıdır nedir önce sizi ablukaya alıp sonra hemen yazma girişimine geçerler. Şahsen sık kuaföre giden bir insan değilim. Dolayısıyla gittiğimde de artık insana benzeyip milleti korkutmayayım amacıyla hareket ettiğimden genellikle uzun aralıklarla kuaförü ziyaret ediyorum. Sürekli gittiğim bir yer olmadığından sık kuaför değiştiren bir tipim. Özetle bu sayede hem çok gözlem yaptım hem de tanışıklık olmadığından istemediğim durumla çok karşılaştım.
          Şimdi istenmeyen durumlara nasıl zorla itildiğimi/itildiğimizi anımsayalım. Bu istenmeyen koşulları oluşturup işini kolaylaştıran kimselerin uyanıklıklarını anlamak üzere özellikle detaylandırarak kuaför sahnesinde yaşananları anlatacağım. Böylelikle yazma/ sözlü tacize hazırlık evresini başka bir deyişle kıskaca alma taktiğinin işlerliliğini de görmüş oluruz:
          Yeni girdiğiniz kuaförün -biraz da janjanlıysa- bütçenizi aşan bir mağazaya girerken hisettiğiniz duyguları hortlatması an meselesidir. Hadsizlik endişesi yerini tekinsizlik hissine bırakır ve “Allahım şimdi bunlar hem kafamı kuşa çevirip hem de paramı emer mi?” sorularıyla koltuğa oturursunuz. Aynadaki ekşi yüzünüzle düşüncelerinizi toplayıp ikiye bölersiniz. “Korkma her şey iyi olacak” telkini ile olumsuz havayı yenmeye çalışırsınız. Sonrasında mekânda çalışanlara hâkim olmadığınızdan çıraklık-ustalık derecesini belirleyemediğiniz kimse gelip saçınızı didikleyerek: “Saçlar temiz mi?” diye sorar. “Eeee şey dün yıkamıştım” demeniz çoğunlukla karşı tarafı ikna etmez ve zaten temiz olan saçlarınızı bir daha, bu kez özel bir solüsyonla yıkayacağını söyleyerek sizi ikna eder. Saçınızı yıkarken diplerini güzelce ovaladığında kendinizi iyi hissetmeye başlarsınız. Sonra bu ovma işlemi adını koyamadığınız bir şeye dönüşür ve yine tekinsizlik hissi ile boynunuzda rahatlama yerine kasılma hissedersiniz. Aynı anda: “Kaç yaşındasınız? Okuyor musunuz? Nerelisiniz?” soruları ard arda patlamaya başlar. “Adam saç diplerimi mi arındırıyor yoksa boynumumu okşuyor? Ne fetişi la bu?” demenize kalmadan üçüncü sorusunu yanıtlarken bulursunuz kendinizi. Bu öyle karşı konulamaz bir evredir ki...Kuaförün mekânında onun sözü geçmektedir. Misafirliğe gitmiş gibi bir hisle her türlü andavallığına katlanmak nezaketini gösterme ihtiyacı duyarsınız. Bir de “Ulen şimdi kızar saçımı mahveder” endişenin lokal anesteziliye bağlatması da benim açıklayamadığım bir etkidir. Adam: “Bir şey ikram edelim mi?” deyip Hannibal gibi kendi beynimi yedirtse cık diyemeyeceğim minvalinde iğrenç bir acizlik hasıl olur. Siz nereli olduğunuzu söyledikten sonra: “Ben de İzmirlisiniz” sandım demek, kuaför yazmasının klişe taktiklerinden biri hâline gelmiştir.“Nerelisiniz?” sorusuna karşılık sizi zorla İzmirli yapan kuaför, elbette hüsn-ü talil sanatının feriştahı ile size “İzmir'in kızları güzel olur, sizin güzelliğinizin kaynağı da bu olmalı” gibisinden bir güzel sebep yarataraktan gururunuzu okşamaya çalışır. Saç yapılma faslında boya yaptırıyorsanız adama vereceğiniz en ufak ayarda saçınızın Sulukule stiline dönüşmesinden tırsmanız gayet anlaşılır bir kaygıdır. Fönde ise saçı yakmak suretiyle yazan meslek erbabı “Haftasonu işiniz yoksa kahve içelim”e kadar vardırmıştır fütursuzluğunu.
          Kuaförlük hem yazıp hem işini yapmaya uygun bir meslektir. Size sorulan özel sorular pekala muhabbet etmek amacıyla sorulmuş olabilir. Öte yandan zaten dokunma odaklı bir iş olduğundan masajla taciz çok kolay birbirine girebilmektedir. Bu iç içe geçmişlik kimi fırsatçılara mesleği kötüye kullanmada güzel olanaklar sağlamaktadır. Siz ise“Ya sandığım gibi değilse” rezillik çıkmasın deyip son ana kadar bu aldatmacayı deneyimlersiniz. Kuaförlük müşteriye güzel olduğunu hissettirerek psikolojik destekle uğurlayan bir meslek olduğundan iltifatların ucunun nerede kaçacağını kestirmek güçtür. Kimi soruları yanıtlamayı yadırgasanız da şık kaçmaz diye yanıtlamak durumunda hissedersiniz. “Okuyor muyuz?”un ardından gelen görece makul soruların arasına “Erkek arkadaşınız var mı?”nın sıkıştırıldığına dahi şahit oldum. Ayar verdiğimde de “Yok buluşmaya gidecekseniz ona göre saç yapıyım” diyerek kıvırmasyonlara girişmeler de mesleğin esnek olanaklarından biri. Bu klişe soruların muhabbetten yazmaya evrildiği o sınır noktasını birçok arkadaşımla deneyimlediğimizden artık “Yeter” dedim. O anda her ne kadar kendimi “Bir daha kuaföre gidersem Allah yarattı demeyip bu klişelerle dalga geçeceğim. Hizmet mi alıyorum, veriyor muyum belli değil” sözleriyle dolduruşa getirsem de uygulamaya geçemediğimi fark ettim. Sanki dükkandan içeri girdiğim andan itibaren bu dünyada tarifi olmayan peri tozu gibi bir şey serpiştiriliyor üstüme. Keratin ve saç spreyi kokusunun yüksek dozajda kafa yapıp basiret bağlanmasına yol açtığını bilimadamları artık açıklamalı. Her neyse en son hissettirmeden yazma tekniğine bir yenisi eklendi. Gittiğim kuaför yakın zamanda İngiltere'ye eğitime gideceğini ve kendisine uygunsam İngilizce çalıştırıp çalıştıramayacağımı sordu. Ben de çok yoğun olduğumu ancak elimden geleni yapabileceğimi söyledim. Numaramı aldıktan sonra kartını verdi ve çıktım. Sonrasında arkadaşlarımın çoğu “Bariz uydurmuş. Sana yazmış” deseler de inanmak istemedim. Yine de belli olmaz kaygısıyla şehir dışında olacağımı belirtip iptal ettim. Gel gelelim sözü edilen kişi İngiltere'ye yakın zamanda gitmediğinden, hatta hiç gitmediğinden. “Layn!!!! Yoksa??!!” şüpheleri ile beni baş başa bıraktı. Eğer bu bir yazma girişimi ise -ki hâlâ emin değilim- bravo! Neticede eğitim toplumumuzun en büyük zaafı.
          Mekâna hâkim olma olanağı ile istemediğiniz bir şeye yeltenen meslek erbabına ayar verdikten sonra ölçüyü daha da kaçıracağından korktuğumuz bir başka meslek de taksiciliktir. Taksicilerin bazıları haddinden fazla soru sorar. Çok konuşmak istemediğinizde gaza abanıp sizi korkutur. Oturduğunuz yeri öğrenmesin diye taksiden erken inersiniz. Takip ediyor mu diye üç buçuk attırır. Size yazan taksici bazen de dikiz aynasından hat safhada dikizleyip laf atar. Üstüne radyosunda çalan şarkının sesini açıp direksiyon showa geçer. Koltukta büzüşüp şurda inebilir miyim dediğinizde “Ne güzel gidiyorduk” diyeni bile vardır.
          Bazen garsonlar da çıldırtır. Size ikramlarda bulunarak ilgisini belli eden garson olur olmadık masaya damladıktan sonra çaresiz hesap öderken tüm hünerlerini ortaya dökmeye çalışır. Malum klişe soruları sorar. Numarasını zorla adisyon iliştirenler de gözlemlenmiştir.
Çeşitli meslek gruplarının hissettirmeden yazma becerilerine ilginç bir yorum da facebooktaki bazı kullanıcılardan gelmiştir. Bu kullanıcılar sizde ekli olmamalarına ve gizlilik ayarlarının katılığına rağmen ne yapıp edip size mesaj yollarlar. Genellikle gelen kutusuna bakan siz bir gün “Diğer” kutusuna baktığınızda tanımadığınız kimselerin yazma girişimlerine tanık olursunuz. Bunların içinde birçok kadına aynı mesajı gönderdiğini gizlemek için acemice “sadece size” yolladığı vurgusuna yer vermeden rahata ermez bu insancıklar. Posta gazetesindeki şiirlerin üslubunu andıran mesajlar da acemi lirizmleriyle mizah anlayışınızı besler.
          Yazmanın sözlü tacize dönüşmeye en fazla fırsat bulduğu alan sokaklardır. Bu kez hissettirmeden yazanların dışında kulağa fısıldama ve hiçbir şey olmamış gibi yanınızdan geçip giderek sözlü tacizini gerçekleştiren dayılar söz konusudur. Bu dayılar en ağıza alınmayacak sözleri ile sizi nasıl fantazilerine dâhil ettiklerini yanınızdan geçerken söyleyip hiçbir şey olmamış gibi yürümeyi başaran poker suratlılardır. Kimisi de hat safhada pişkindir. Önce yola okkalı bir balgam atıp buraların kendisine ait olduğunu gösterir. Sonrasında ise avına yaklaşıp iğrençliğini söyler ve gülerek bekler. Rahatsız etmekten haz alan bu şahıslar bazen de bindikleri arabadan iğrençliklerini yayalara taşırlar. Yine burada da müziğin sesini orantısızca açmak esasına uyulur. Gaza abanmakta iktidar manyaklığının başka bir gösterenidir.

“ME TARZAN, YOU JANE: INTRODUCTION TO RELATIONSHIP”

          Şubat deyince akla 14 Şubat geliyor. Aralık'ın son haftasında nasıl: "Yılbaşında nabiyon?" sorusuna "Aneeem! Yıl ne zaman bitti daha onun idrakine varamadım. Planım yok öküz gibi yalnızım. Hem her sene aynı bok!" cevabı veriliyorsa 14 Şubat için de benzeri melankoli bezeli bir diyalog hasıl olur. Yalnızlar ekstra mutsuzken, ilişkisi beklentilerini karşılamayanlar: “Yalnız olsam daha iyiydi. En azından tanımım belli olurdu” der durur. Bu bakış açısı pek sağlıklıdır. Zira yalnız olmak gerçekten de daha az soruna yol açar. Sinüslerden beyne oksijen daha çabuk ulaşır. İlişkisi olup 14 Şubat'a girenler ise tıkalı sinüsler gibi hiçbir şeyden tat alamaz. Erkek milletinin 14 Şubat'la imtihanı genellikle Tarzan İngilizcesi seviyesindedir: “Me Tarzan, you Jane”. Erkek kısmısı jest yapmanın ne olduğu güç idrak etmiştir. Jest genellikle sipariş üstüne bir güzellik yapma eylemi değil de insanın spontane karşısındakini tanıyıp ona sürpriz yapması olduğundan erkekler için asıl sorun “jest”in tanımında patlak verir. Bu tanımı kapanların çoğu ise “Anlıyorum ama konuşamıyorum” seviyesindedir. Bu yazıda ötesinden berisinden bu konuya temas ediciiim.
          Belki de özel günler söz konusu olduğunda erkeğin Tarzan İngilizcesi ile pre-beginner seviyeyle apışması, kadının ise özel gün adabının histerik yol göstericisi olmasının altında başka sebepler vardır. Aklıma bazı sorular hüum ediyor: Neden kadınlar özel günleri erkeklere kıyasla daha fazla sahiplenir acaba? Perioda dahi “özel gün” denmesi koşulluyor mu kadınları? “Kendimi o özel kişiye saklıyorum” repliği neden hep kadının ağzındadır? “Yoksa yıldönümümüzü unuttun mu?” sorusunu neden hep kadınlar sorar? Her şeyden özel olmasını beklemenin mantığı nedir? İşin garip tarafı kadınlar özel günlere sahip çıkıp karşı cinse bunun eğitimini vermeye başladı ve bir anda advanced seviyeye ulaşmış erkekler türedi. Kadınların bu yeni erkek tipini yaratmadaki başarısı azımsanamaz. Erkeği en ufak bir dirence sürüklemeden kabullenişe iten ve öz mutluluğu için belli başlı eylemleri yerine getirmenin gerekliliğine iten bu kadın tipi âdeta toplum mimarı yahu!

Öte yandan özel gün ve haftalar aynı zamanda kadınların toplumda bir yer edinmesinin göstergesi. “Ay şekerim benimki yemeğe çıkardı. Bir yüzük almış. Nah bu kadar! Seninkiyle naptınız dün?” sorusu direkt kadınlar arası rekabeti doğuruyor. Hemcinslerinin akıllı partnerlerine karşılık hiçbir şey yapmamış olan erkeklerin şu tiradı işitmesi de kaçınılmaz: “Püğ Allah belanı vermesin! Elalemin herifleri nerelere götürüyor! Sen napıyorsun? Sıfır! Utan be adam!” Bu tirat da yeni erkeklerin oluşumunda ilham kaynağı olabilir tabii. Gayet caydırıcı! Kadın dırdırındansa her şeyi yapmaya hazır adam modelini türetmiş olabilir bu yaklaşım. Belki de kadın dırdırından çok ikna ediciliğidir asıl belirleyen. Her orta sınıf kadın kendi evinin Hürrem'i olmuş ev ekonomisini de Sülüman'ını da idare edecek güçtedir. Aman ne güzel! Eleştirmekten çok bu gıcık görünse de erkeği parmağında oynatan kadın tipi bana garip bir haz veriyor. “Aferin kız! Biz yapamadık bari siz yapın bacım” dedirtiyor.
          Konu açılmışken ilişki yürütme sanatının vazgeçilmez sponsoru Facebook'u unutmamak gerek. Malumunuz sıkça mutluluk fotoğrafları paylaşılıyor. Kafaları yapışık poz veren çift Venedik'te... Kafaları yapışık poz veren çift gittiği yere özgü bir tatlı ile... Kafaları yapışık poz veren çift arkadaşları ile sosyalleşirken... Yanlış anlaşılmasın ama ben hiç bu tip eylemleri bayılarak gerçekleştirecek bir erkek görmedim. Görgüsüzlüğümü mazur görün. Sanki bu erkekler iyi eğitilmiş gibi. Yani benim bildiğim erkek milleti kırk tane poz vermekten, alışveriş yapmaktan, kız arkadaş toplantılarına katılmaktan sıkılır. Bu adamlar genellikle 30 yaş üstü, kimseyi bulamamış, soyunu sürdürmek için bulduğu kadına yapışmak ve onun her dediğini yapmak zorunda hisseden tipleri android. Ay şimdi de kedi uzanamadığı ciğere pis dermiş modu doğmasın sakın!
          Uzun süreli ilişkinin ya da evliliğin her anı özelleştirme sanatına dayalı olduğunu kabul eden bir nesil türedi galiba. Eskiden yurt dışına zengin insanlar gidebilirdi. Şimdi orta sınıf herkes yurt dışına tatile gidiyor. Çiftler içinse bu zaruri bir eylem. İlişkinin kalitesini belirliyor. Tatilde ise moda yerlere gitmek, bilhassa “bilmem ne beach club”larda poz vermek mutlu bir ilişkinizin olduğunu elaleme kanıtlamak için şart. Öte yandan bu kapitalizme destek projesinin erkekleri dönüşüme uğratması ise belki geleneksel Türk erkeği modelinin aşınması anlamında önemli olabilir.


          Günümüzde ilişki içindeki erkekler acemiliklerine rağmen daha çok özel günleri destekleyici bir rol üstlenmiş durumda. En azından facebook'takilerin çoğu böyle görünüyor. Evde karısını kısıtlayıp dövüyor mudur bilemeyeceğim ama ne biliyim ya gayet iyi görünüyorlar kardeşim! Kardeşim demişken kız kardeşim geçen gün “Yapılan araştırmalara göre facebook en çok kadınları bunalıma sokuyormuş. Ben kapattım. İçim çok rahat. Mis gibi hayatıma bakıyorum” dedi. Her zaman benden daha rasyonel olma vasfıyla ailede sıyrılmış olan kardeşime milyon birinci kez hak verdim. Hakikaten kadınlar arası rekabeti tetikliyor bu facebook. Gel gelelim erkekleri de dönüştürüyor. Spa'lara, brunchlara, club'lara, Avrupalara giden metroseksüel tabir edebileceğimiz mutlaka bir gym'e yazılmış polo yakalı adamlar türedi. Bazen şeytan dürtüyor: “Kızım bir bulamadın şöyle adam” dedirtiyor; ama ne biliyim ya işte! Sonra aile genlerim bu noktada da devreye girip “Ay çok yapay! İçi seni dışı beni yakardır onlar. Sen inanma, bakma çoğcuuum”teselli ikramiyesiyle bu düşünceden sepetliyor beni.