1 Mart 2013 Cuma

08.03.2013 KADIN CİNAYETLERİ



           
            Kadına yönelik şiddet olayları zikredilirken genel kanı şiddet olaylarının artması veya daha önce de gerçekleşmesi; ancak medyada bu denli yer bulmaması etrafında şekilleniyor. Gerçekten de kadına yönelik şiddette son zamanlarda bir artış mı söz konusu ya da bu öteden beri olan bir şey mi? Aslında 8 Mart’ı karşılarken “kadına şiddet”i kınama noktasında akla gelen bu gibi soruların cevabını düşünürken şiddetin sadece kadına yönelik olmadığını vurgulamak abes olmayacaktır herhâlde. İnsanlık şiddet üzerinden topyekün vicdanını yitirmiş vaziyette. Sözgelimi kadına, erkeğe, çocuğa, doğaya, hayvana, hemen hemen her şeyi tahrip etme, yok etme arzusu var.
Şiddetin kaynağının ötekileştirmede yattığını düşünüyorum. Özellikle yaşam stili farklı olana, kendini genelin dışında tanımlayana karşı bir tahammülsüzlük hâkim, tabii buna bağlı olarak da şiddetin derecesi artıyor. Bu tahammülsüzlük “öteki” olarak görülenin yaşamına dahi mal olabiliyor. Geçelim farklı dinden, etnisiteden insanların birbirlerine kendi yolunu dayatmadan bir araya gelmesini, sadece farklı yaşam stiline sahip insanlar bile birbirlerini yargılamaya teşne. Buna karşılık ikide bir “diyalog” kelimesinin ağızdan ağıza dolaşması fazla ironik. Monologlar ülkesinde farklı sesleri işit işitebilirsen.
 Ötekileştirme ile şiddet arasında organik bir bağ var. Ötekileştirme devletin halkı kolayca manipüle ettiği yollardan biri. “Benim gibi ol!”mottosu üzerinden geliştirilen dayatma şiddetin çıkış noktası. Henüz özgün benliğini yakalama cesareti olmayan bireylerin yaşadığı bir toplumda benlik inşasının manipülasyonlarla idare edildiği ortada. “Sen şusun/ şunlardansın/ şucusun” ile baştan kimliği tayin edilen insanlar körü körüne inandıkları sistem ile işbirliği yaparak kendileri gibi olmayanın yaşamasına dahi izin vermezler. En ufak bir fikir ayrılığı bardağın taşmasına bahanedir. En nihayetinde fanatik olarak adlandıracağımız kitleler kendileri gibi olmayanları öldürmeyi hak görürler kendilerinde. Bu noktada Türkiye'de şiddet olaylarının artması değildir mevzu. Bence asıl odaklanılması gereken şiddetin kronolojisi veya dozajı değil, nasıl ortaya çıktığı. Başka bir deyişle fanatiklerin cinayetlerinin arkasında yatan nefret ve bunu körükleyen faktörlere yoğunlaşmada fayda var.
 Kendinden başkasını sevmek aslında böyle kaotik, nefret dolu bir ortamda ne kadar güç. Çıkar söz konusu olmadan farklı bireylerin bir araya gelmesi ne büyük bir ütopyaya dönüştü. Nefret söylemi her yandan yükselirken toplumsal paranoya da artıyor.  Paranoya ise korkudan besleniyor. Her an telefonunun dinlendiği paranoyasıyla yaşayan insanlara dönüşmüş hâldeyiz.
                  Korkunun dönüşümü de bana ilginç geliyor. Kitaplar toplatılıp yakılırken de aynı korku vardı. Şimdi kimse yasaklı olmamasına karşın bazı kitapları okumuyor. Çünkü ilgi kasıtlı olarak yok edildi. Farklı düşünceleri ifade ederken, basit ve özel gündelik konuşmaları gerçekleştirirken de bu korku çepeçevre sarıyor bizleri.
  Özel hayatımız ellerimizden kayarken her şey ivmeli biçimde tek tipleşecek gibi görünüyor. Özel olanlar genele evrilecek. Yakında inandıklarımızı da ifade edemeye edemeye onların da yitip gidişine seyirci kalacağız. Gelecek kuşaklarsa yitirdiklerinin dahi farkında olmayacak.
 Baştaki sorunun cevabına gelirsek şiddet ve buna bağlı olarak korku hep vardı; ama zorbalık ve diktatörlükten haraç yiyerek her geçen gün gücüne güç katıyor. Belki sevmeyi, şefkati hatırlarsak, insan olmaya sarılırsak, bir Budist gibi başka bir bedende yeniden var olma ihtimalimizi düşünürsek farklı olanı incitmez, tahrip etmez ve hatta öldürmeyiz. Özgün benliklerin keşfedildiği ve ifade özgürlüğünün sağlandığı, barış dolu 8 Mart’lara…