14 Eylül 2014 Pazar
ÖMER SEYFETTİN'İN “PRİMO TÜRK ÇOCUĞU”NDAKİ KADIN ALGISI
Ömer
Seyfettin'in “Primo Türk Çocuğu” başlıklı hikâyesi
Selanik'te yaşayan bir çekirdek ailenin yıkımını anlattığı
söylenebilir. Bu ailenin reisi olan Kenan Bey, İzmir'de tanıştığı
İtalyan güzeli Grazia'ya gönlünü kaptırır. Yalnız kızın
babası Mösyö Vitalis kızını barbar, medeniyet düşmanı bir
Türkle evlendirmek istemez. Kenan'a Osmanlı-Türk kimliğini
unutarak bir İtalyan gibi yaşaması koşulu ile kızını
verebileceğini söyler. Grazia'ya aşkından bu koşulu kabul eden
Kenan, çocuklarını da İtalyan kaideleri ile yetiştirir. Öyle ki
ilk çocuğuna “Primo”; ikincisine ise “Sekundo” diye
seslenir. Tabii “Sekundo” kurgunun içinde sadece İtalyanların
ikinci çocuğa “Sekundo” demelerini imleme vazifesini yerine
getirip ölür. Geriye baş kahramanımız “Primo” kalır.
İtalyanların Trablusgarp'a girişi ile işler karışır. Mutlu mesut yaşayan çekirdek ailenin üzerinde milliyetçilik dalgası ile kara bulutlar dolanmaya başlar. Bu dalga Kenan Bey'in kimliğini sorgulamasına ve âdeta : “İtalyanlar vatanı bölerken ben burada pasif pasif oturacak mıyım?” demesine yol açar. Grazia ise ortalık karıştığından bir an evvel Selanik'i terk etmeleri gerektiğini düşünür. Gel gelelim bu kritik evrede Kenan Bey, Grazia'ya bir Türk olduğunu hatırladığını ve kendisiyle gelmeyeceğini söyler. Bu sırada babası ile garip bir paralellikle Primo da Fransızca eğitim aldığı okulunda Orhan adında bir çocukla konuşur. Orhan, Primo'ya bir Türk olduğunu ve Türklerin tarihteki başarılarını anlatır.
Orhan'ın motivasyonu ile Primo eve vatan, millet, Sakarya havası ile gelir. Şu rastlantıya bakın ki, Grazia ile Kenan da kararları noktasında çocuklarının akıbetini konuşmaktadır. Primo annesinde mi kalacaktır, babasında mı? Primo kırık Türkçesi ile Türk çocuğu olduğunu söyler: “Ben.... Turko çocuk....Ben, yok İtalyano..Ben burda..Ben çocuk Türk....”(390). Hikâyenin devamında Primo babası ile Selanik'te kalır ve içinde kopan milliyetçilik fırtınası ile düşmanı imha etmenin yollarını arayan çocukluktan canavarlığa evrilen birine dönüşür.
Primo annesinin gidişi sonrasında dahi kalpsiz bir edayla: “Zaten o ecnebi kadının, o düşmanın aralarında ne lüzumu vardı?” (392) diye düşünür. Hikâyenin sonlarında milliyetçilik aleviyle tutuşup babasının revolverini ağzına alıp hazla emdiği ve düşman askerine doğrulttuğu satırlar Türk edebiyatının en ilginç sahnelerinden biri olarak akılda kalmıştır.
Hikâyeye dair ifade edilecek çok şey var; ama benim bu yazıda asıl değinmek istediğim, olay örgüsünün içinde Ömer Seyfettin'in kimi zaman anlatıcının dili ile aralara serpiştirdiği benzetmelerle kadını nasıl algıladığı sorusuna cevap aramak. Bunun için hikâyede sözünü ettiğim pasajlara dönelim.
İtalyanların Trablusgarp'a girişi ile işler karışır. Mutlu mesut yaşayan çekirdek ailenin üzerinde milliyetçilik dalgası ile kara bulutlar dolanmaya başlar. Bu dalga Kenan Bey'in kimliğini sorgulamasına ve âdeta : “İtalyanlar vatanı bölerken ben burada pasif pasif oturacak mıyım?” demesine yol açar. Grazia ise ortalık karıştığından bir an evvel Selanik'i terk etmeleri gerektiğini düşünür. Gel gelelim bu kritik evrede Kenan Bey, Grazia'ya bir Türk olduğunu hatırladığını ve kendisiyle gelmeyeceğini söyler. Bu sırada babası ile garip bir paralellikle Primo da Fransızca eğitim aldığı okulunda Orhan adında bir çocukla konuşur. Orhan, Primo'ya bir Türk olduğunu ve Türklerin tarihteki başarılarını anlatır.
Orhan'ın motivasyonu ile Primo eve vatan, millet, Sakarya havası ile gelir. Şu rastlantıya bakın ki, Grazia ile Kenan da kararları noktasında çocuklarının akıbetini konuşmaktadır. Primo annesinde mi kalacaktır, babasında mı? Primo kırık Türkçesi ile Türk çocuğu olduğunu söyler: “Ben.... Turko çocuk....Ben, yok İtalyano..Ben burda..Ben çocuk Türk....”(390). Hikâyenin devamında Primo babası ile Selanik'te kalır ve içinde kopan milliyetçilik fırtınası ile düşmanı imha etmenin yollarını arayan çocukluktan canavarlığa evrilen birine dönüşür.
Primo annesinin gidişi sonrasında dahi kalpsiz bir edayla: “Zaten o ecnebi kadının, o düşmanın aralarında ne lüzumu vardı?” (392) diye düşünür. Hikâyenin sonlarında milliyetçilik aleviyle tutuşup babasının revolverini ağzına alıp hazla emdiği ve düşman askerine doğrulttuğu satırlar Türk edebiyatının en ilginç sahnelerinden biri olarak akılda kalmıştır.
Hikâyeye dair ifade edilecek çok şey var; ama benim bu yazıda asıl değinmek istediğim, olay örgüsünün içinde Ömer Seyfettin'in kimi zaman anlatıcının dili ile aralara serpiştirdiği benzetmelerle kadını nasıl algıladığı sorusuna cevap aramak. Bunun için hikâyede sözünü ettiğim pasajlara dönelim.
Primo'nun
annesine kafa tutup onunla gelmeyeceğini söylediği dramatik
sahnenin ardından anlatıcı devreye girer ve ailesini terk edecek
olan Grazia'nın durumunu şöyle betimler: “Grazia; muzaffer,
genç, kavi ve uyanık Turan'ın muhakkak galebesi altında ezilecek
olan zayıf, hasta ve miskin garbın korkak ve kadından bir timsali
gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyordu” (391). Anlatıcı
nezdindeki betimlemeye baktığımızda Ömer Seyfettin, Grazia
üzerinden garbı kadınsılaştırmıştır. Garbı temsil eden
Grazia'ya kadınlığı üzerinden zayıf, hasta ve miskin sıfatları
giydirilmiştir. Zaten oğlu tarafından dahi anneliği yerine
milliyeti düşünülerek düşman ilan edilmiştir Grazia.
Yine
anlatıcının devreye girdiği bir başka bölümde Kenan'ın
gözünden Selanik sokakları şöyle betimlenir: “Kahveler gene
hıncahınç asker doluydu. Ne intizam, ne hükümet vardı...O gece
uyuyamadı. İşte babasının dedikleri çıkıyordu. Hâlâ
zabitler gazinolarda oturuyorlar, nazik ve beyaz elleriyle, kadın
gibi, saçlarını ve bıyıklarını düzeltiyorlardı” (401).
Burada da düşman askeri ile kadın arasında bir koşutluk
kurulmuştur. Kadın gibi dış görünüşleri ile ilgilenen bu
düşman askeri nazik ve beyaz ellere sahiptir. Askerlerin
erkeksiliğinin yitimini imleyen kadınsılaştırmaya dayalı bir
tasvir söz konusudur.
Askerlerin
kadınsılaştırılarak betimlendiği bir diğer bölümde ise bu
kez Yunan ve Bulgar zabitlerinin arasında teslimiyetçi biçimde yer
alan Türk zabitlerden bahsedilir. Primo'nun gözünden okuduğumuz
bu bölümde vatandan önce canını düşünen zabitlere duyulan
öfke yine erkekleri kadınsılaştırma ile anlatılır:
Ah,
değişmeyen yalnız bizim zabitlerdi. Askerlerini, toplarını,
tüfeklerini,vatanlarını, ırzlarını, mallarını düşmana
verdikten sonra kurtardıkları pis ve kıymetsiz canlarını
eğlendiriyorlar, yine eskisi gibi parlak kılıçlarını yerlere
sürterek muzaffer düşman askerlerinin arasında, erkeklerin
önünden geçen bir kız tavrıyla utanmadan geziniyorlar;
gazinolarda bacak bacak üstüne atıp narin kadınlar gibi nazik
ve beyaz elleriyle taranmış saçlarını, yukarıya kaldırılmış
bıyıklarını düzeltiyorlardı (404).
Ömer
Seyfettin, düşman askerini betimlerken de kadınsılaştırmayı
“nazik” ve “beyaz elli” sıfatları ile vurgulamıştı.
Önceki alıntıda düşman askerlerini bu nitelendirme ile
betimleyen yazar, bu alıntıda da düşman askeri ile bir arada
olmakta sakınca görmeyen Türk zabitlerinin acizliğini de benzer
sıfatlarla aktarmış. Sıfatlar bir yana zaten açıkça zabitlerin
“kadın gibi” olduğunu belirtmiştir. Ömer Seyfettin'in düşmanı
ve düşmanın safını tutanı nefretle betimlerken kadın gibi
olmalarına yaptığı vurgu bir kadın nefretinin göstergesi
olabilir mi? Sanırım bu sorunun cevabını vermeden önce
hikâyedeki şu satırları gözden kaçırmasak iyi olacak:
Niçin
ağlayacaktı? Kadınlar, zayıflar, kuvvetsizler, adîler, alçaklar
ağlardı. O ağlamayacak, fakat ağlatacaktı. Kalbinde yine bir
acı duydu; sanki gözyaşları kirpiklerinin altında
toplanıyor,, taşmak istiyordu. Derin bir nefes aldı (410).
Erkekler
ağlamaz, tabii Primo da yeni edindiği Türk kimliği ile bir erkeğe
yakıştığı gibi ağlamayacaktı. Burada virgülle ayrılan
sıfatlara bakmakta fayda var. Kadınlar, zayıflar, kuvvetsizler,
adîler, alçaklar yine bir koşutluk içinde ağlayanlar sınıfına
dâhil edilirken olumsuz nitelendirmelere kadının da dâhil
edilmesi önceki alıntılarla bir arada değerlendirildiğinde pek
de tesadüf eseri karşımıza çıkmıyor. Gelelim bir başka
alıntıya:
Ölüm...Ama
bu eskilerin, ihtiyarların, namussuzların, alçakların,
kavmiyetsizlerin, Yahudilerin, kadınların ve korkakların
sandıkları gibi müthiş ve korkunç bir şey miydi?(414-415).
Namussuzlar,
alçaklar, kavmiyetsizler, Yahudi ve korkaklarla kadının da
ötekileştirmeye tabi tutulduğu bir “ve” koşutluğu görüyoruz.
Bu sıfatlarla acizlik tanımına gidilirken kadın erkek arasındaki
farkın da altı çizilmiş. Kadın aciziyet sıfatları ile birlikte
düşmandır da. İhtiyarlık da takip eden satırlarda kocakarılıkla
bağdaştırılarak bu kez erkekliğe yapılan vurgu ile daha net
biçimde olumsuzlanmıştır:
Unutulmamak...Bu
nasıl olurdu? Babası söylemiyor muydu: Gayet büyük bir şey
yapmakla...Herkesi hayretten şaşırtacak bir kahramanlık,
dehşetli bir cesaret göstermekle...İşte büyük Türklük için
o, ehemmiyetsiz, kıymetsiz ferdî hayatını feda edecekti. Bu
kıymetsiz, muvakkat hayatı saklasa ne olacaktı. Hakaretler,
küfürler, tokatlar, lanetler içinde ihtiyarlayacak, nihayet bir
gün hasta ve kuvvetsiz yatağında bir bunak ve iğrenç bir
kocakarı gibi gebermeyecek miydi? O vakit onun ismini tarihler
yazar mıydı? Hayır...Asla...ve böyle bir erkek ölümünün,
dünyada birçok atların, eşeklerin, köpeklerin ölümünden ne
farkı vardı? (415).
Milliyetçilik
fırtınası ile yeniden doğan ve tarih yazma arzusuna kapılan
Primo için de kıymetsiz bir ömür sürmektense ölüm yeğ hâle
gelir. Burada sözü edilen herhangi birinin ölümü değil, bir
erkeğin ölümüdür. Bir erkek gibi ölmek. Ölümden korkmamak.
Vatanı uğruna ölen şerefli ve güçlü bir erkek olmak ister
çocuk yaştaki Primo. Erkek olduğundan ona yüklenen militarist
kimlikle Primo'nun çocukluğunun yitimi veya tabiri caizse katli
vuku bulmuştur. Erkekliğin yitiminde ise en büyük tehdit kadın
olmak veya kadınsılaşmaktır. Vatanı düşman askerince işgal
edilmiş bir erkek aciziyet sıfatlarından muaf olup kahramanlık
sergilerken kadını karşısına alır.
Ömer Seyfettin'de kadınsılaştırma, erkekliği bozguna uğratmada
bir betimleme aracı olarak, en büyük silah hâline gelmiştir.
Hâsılı “Primo Türk Çocuğu”nu kadınlığın
ve çocukluğun öldürüldüğü erkekliğin ve vatanperverliğin
yüceltildiği bir hikâye olarak da okumak mümkün.
Kaynak:
Seyfettin Ömer. Ömer
Seyfettin Bütün Hikâyeleri.
(Haz. Polat, Nazım Hikmet.) İstanbul: Yapı Kredi Yayınları,
2010.
31 Temmuz 2014 Perşembe
HORMONLU ZİHİNLER
Gezi
direnişinin birinci yılını kutlarken bugün televizyon
kanallarından öğrendikleriyle geçimini sağlayan orta sınıfın
çoğunda aktardan tasdikli sağlık programlarına abanıldığını
gördükçe ne tepki vereceğimi şaşırıyorum. Diyetisyen, aktar,
enejici, alternatifçi, bilimadamı, zart zurtçu kisvesiyle “Şunu
ye, kansere bire bir ablacııım” diyen pazarcı kılıklı
dayılara verilen referansın haddi hesabı yok. Artık iki kelime
laf edemiyorum orta yaşlı orta sınıfla çünkü her iki kelimeden
biri: “Şunun çekirdeğini mıncır, yut! Bak çok iyi geliyormuş.
Saafoğlu söyledi. Büyük alim! Mutlaka ye çocuuum” şeklinde.
Kanserden ölüm korkusunun, manyaklık boyutunda beslenme fetişine
dönüştüğü ülkemizde adaletsizten ölenler için hiçbir
eylemliliğe gidilmemesi ne acı!
Orta
yaş ve üzeri orta sınıf her şeyde olduğu gibi bu eylemlilik
meselesinde de orta yolu bulmuş durumda. Akşam izlenilen haberlere
iki “Cık cık!”, bir “Vah vah!” ettikten sonra gelelim
fasülyenin faydalarına seansına başlamak resmen korsan ritüele
dönüştürülmüş. “Aman çocuğum olaylara karışma! Ama ne
yap et, iki elin kanda olsa da kiraz sapını, limon çekirdeğini
eksik etme!” apolitik zihinlerin mottosu hâline gelmiş.
Hemen
her programda sağlık da sağlık diye milletin beynini yıkayan
satılmış medya hükümet elli cinayetlere yer vermekten kaçarken
biz onca katledilme haberine karşın ne zaman İsveç'e dönüştük
de kendimizi kanserden korur olduk? Ucuz ölümler diyarı ülkemizde
ne zaman sıra kansere geldi?
Bir
de komplo teorisi ürettim: Yıllardır peşimizden yemekle koşan,
hırka giydirmeye çalışan masum görünümlü anneler, bu
özelliklerinden ötürü kamuflaja bürünüp Saafoğullarının
misyonerliğini yapıyor olabilir mi? Her gün sabahtan akşama kadar
izlediği programlardan ötürü beyni aktara bağlayan teyzelerdense
sapan tutan aktivist teyzeyi kaç hükümet yeğler ki? En güzeli
etliğe sütlüğe karışmayıp kendini kanserden ve tüm
felaketlerden koruyan bir neslin üreticisi olan anneler yetiştirmek.
Böylece gençlik hem kanserden korunacak hem de hükümetin
adaletsizliklerine gık diyemediğinden her daim güven içinde
yaşayacak. Ne ütopik bir manzara.
Yeni
nesil ev hanımının hormonlu besin, kansorejen madde kabusu “Artık
çok geç!” dedirten bir yöne de sahip. Düşünsenize onca yıldır
katı yağla beslenip sonra tıkanmak üzere olan damarları “Biz
her şeye zeytinyağı koyuyoruz” diyerek açma çabası çok
absürt değil mi? Eski tüketim ekipmanlarındaki hormona/kanser
yapıcı etmenlere yeterince maruz kalmasından dolayı son gece ödev
yetiştirmeye çalışan biçare öğrencinin hâlini anımsatıyor
bu teyzelerin hâli. Takriben 50 yıl öncesinde Vita yağına abanıp
sonra soya filizi yağından başkasını kullanmayan hormonlu zihine
Çernobil aromalı çay ikram etmek istiyorum. Çok iyi geliyormuş
bakın öyle diyor büyüklerimiz. Üstüne de doksanlarda giydiğin
kanserojen boyalı t-shirtü de giyindin mi tadından yenmez! Bir yağ
yaktırıyor ki... Allah seni inandırsın, kaynımın kızı bir
ayda 35 kilo verdi!
Keşke
bu mantıkla gidecek olduğumuzda hükümetin döktüğü kana da bir
çare olsa. Mesela ceviz suyuna incir çekirdeği koyduğumuzda
vicdan uyansa. Adaçayına limon ve zencefil ekleyince ileri
demokrasi gelse. Böğürtlene kuşburnu ekleyince zihinler uyansa ve
hür olsa! Belki aktardan çıkıp biraz politik tarihimizle ve
bugünümüzle haşır neşir olursak mucizevi tariflere gerek
kalmaz. Gezi'deki gibi mucizevi tarihler yazılır.
SENDEN ÖNCE SENDEN SONRA
Kadının
öznelik konumu tartışıladursun kadınlar hayatlarında bilhassa
ikili ilişkilerinde ne kertede öznelik konumlarına sahip çıkarak
“ben” diyor sorusu ile bu yazıya başlamak istiyorum. Kadınlar
ikili ilişkilerinde öncelikle karşı tarafın ilgisini çekmeye ve
bu ilgiyi uzun vadede tutmaya odaklanırken kendilerinin karşı
tarafa ilgileri olup olmadığını çok geç sorguluyorlar, kimileri
ise sorgulama sisteminin fişini çekmiş hâllerde. Günümüzde
kadının kendilik düzleminde farkındalığı artacakken ne
hikmetse müthiş bir azalmayla dibe vuruyor. Heteroseksüel bir
ilişkide kadın, erkekle pek ilgilenmese de bir ego tuzağına
çekilip erkeğin alakasını garantiledikten çok sonra kendisine
dürüstçe söz konusu adamı isteyip istemediğini soruyor. Evlenme
teklifi arayışı, başka bir deyişle ilişkinin ciddi bir yöne
evrilmesi ise genellikle hep kadının arzulayacağı bir verili
istek şemasına sürüklüyor bizleri. Erkeklerse genellikle önce
kendi seslerine kulak veriyor. Toplumdan ve karşı taraftan bağımsız
biçimde kendilerine ne istediklerini sorup net ve dürüst bir
cevaba kavuşarak ilişkilerine daha sağlıklı başlıyorlar.
Kadınlara (belki bin beş yüzüncü kez) gelince: “Senden önce,
senden sonra” nakaratı ile kendilerinden önce karşı tarafın
öznelik konumunun güdümünde hareket etmeyi tercih edip kişisel
tatminlerini minimuma çekiyorlar.
Kadınların
istemedikleri durumları deneyimlemeleri ve saçlarını süpürge
etmeleri toplumda adeta kadın olmanın bir gereği gibi görülüyor.
Yaşadığı tüm güçlüklere rağmen oyundan kopmayan kadın
personası başta kadın tarafından meşrulaştırılıyor. Çoğu
kadın ilişkiye başlarken ilişkinin uzun soluklu olması
tahayyülünde. Bir insan pek fazla tanımadığı bir başka insanla
bir ömür yaşayabileceğini hangi akıl tutmasıyla arzulayabilir?
Çoğu kadın, karşı cinsle yeni bir ilişkiye hatta iletişime
başlarken dürüst bir muhakemeye girmeksizin evlensek nasıl
olurdu, aileme uyar mıydı? demeye başlıyor. Bu noktada anlık
güdülerle yüzleşmek de epey sorunlu oluyor. Çoğu kadın tensel
etkileşimle duygusal ve düşünsel etkileşimi birbirine karıştırıp
yine topyekün sonu evliliğe çıkan kastırmasyonlara girişmeyi
vatana millete borç biliyor. Hatta fiziksel çekimi ayıp sayıp
kendi dürtülerini yoksayanların sayısı azalması gerekirken
giderek artıyor.
Bunun
arkasında yatansa değersizleştirilme endişesi.
Bir
kadın x erkekle iletişim kurarken kendisini rahatça ifade
ettiğinde dahi “Acaba benim rahat bir kadın olduğumu mu
düşündü?” kaygısıyla “Ben o bildiğin kadınlardan değilim”
tavrına bürünüp tribal enfeksiyona geçebiliyor. Çoğu kadın
one night stand'in kendilerine uygun olmadığını ifade ediyor.
Erkeklerse toplumun genel kanısı üzerinden bu konuda evlilikten
kaçan her tür takılma alemine açık ve istemedikleri ilişkide
yer almayacak denli daha bir farkındalık içinde lanse ediliyor.
“Neden benimlesin?” sorusunu soran bir kadının
“İstemesem/sevmesem neden senle olayım?” cevabını alması
kaçınılmaz. Aslında kadın kendi kendini ikna edemediğinden
erkeğin nasıl bu denli kolaylıkla ikna olduğuna şaşırıyor ve
empati kabiliyetinin tıkandığı yer tam da bu nokta oluyor.
Kadınlar aynı soruyu kendilerine yönelttiklerinde kendi hislerini ve
düşüncelerini dışarıda bırakıyorlar. Devreye hep üçüncü
şahısların gözleri giriyor. Ben gerçekten istemememe rağmen bu
adamlaysam bu adam da pekala beni kırmamak için benimle birlikte
oluyor olabilir veya kesin bir çıkar sözleşmesi ile bana hain
oyunlar oynama planları içinde gibi paranoyak gevelemelerle özgüven
kaybına yeni bir boyut kazandırıyor. Bence kadınların başta
erkekler ve erkek egemen zihniyetle örülü toplumda
değersizleştirilme korkusu yetiştirilişleriyle ilgili.
KADINLARI
EVCİLLEŞTİRMEYİN! ONLARI İYİ AİLE KIZI OLMANIN ÖTESİNE
TAŞIYIN! TABİAT CANDIR.
Her
an zarar göreceği kaygısıyla bir kız çocuğunu yetiştiren aile
kurumu her ne kadar modern bir örüntünün içinde de olsa
çocukları daha yolun başında mağdur edilen konumuna sürüklemiş
oluyor. “Şunu giyme tacize uğrarsın. Yüksek sesle gülme hafif
meşrep damgası yersin. Kız çocuğu oturmasını kalkmasını
bilmeli. Akşam arkadaşında kalma, adam gibi saatte evde ol.
Erkekler seni kullanıp atarlar. Erkekler seninle gönül
eğlendirebilirler, uyanık ol. Önce evlilik. Evlenmeden asla
çocuuum” gibi cümleler silsilesi ile yetişen bir bireyin ne
kertede öz mutluluğuna yoğunlaşabileceği ileri sürülebilir.
Dolayısıyla kadınların çoğu başta yetişme ortamında sürekli
insan doğasına aykırı bir kafese kapatılmış durumdalar.
Kadınlar için eğitim şart temasından önce eğitilmemek şarttır.
Bırakın kadınları özgürce insan gibi yaşasınlar. Kadınları
evcilleştirmeyin, doğal ortamlarında doğalarına uygun biçimde
yaşamalarına izin verin. Tabiat candır. Kız çocuklarını
yetiştirirken eğer statülerini ve mutluluklarını biraz
önemsiyorsanız onları özel hayata ve eve hapsetmeyin. İzin verin
zehirlensinler ve panzehirlerini bulup daha güçlü biçimde hayata
tutunsunlar. Sürekli zarar göreceği psikolojisiyle
yetiştirildiklerinde ilk olarak bu uyarıya rağmen zarar gördüysem
kesin hata bendedir demesinler. (Şair burada aile kurumuna
sesleniyor).
İHALE
YİNE YENİDEN KADINA MI KALIYOR?
Yetiştirilme
koşullarıyla bağdaşık olarak kadınların önce “ben”
diyebilme yetisi ortadan kaldırılıyor. Her bireyin kendine
hayattaki her türden durum için “Beklentim nedir?” sorusunu
sorması elzem. Bu soruya dürüst cevaplar verildiği ölçüde
hayalkırıklığı ve depresyonun önüne geçilebilir. Aksi
takdirde sürekli bulunduğu kaba göre şekil alan otantik kimliğini
bulamayan kadınlar için tutsaklık kaçınılmaz. Daha iletişim
esnasında bu adamın niyeti evlilik mi başka bir şey mi ilk
sorulacak soru olmamalı. Neden tanınmayan biri ile yaşama
sorumluluğunu üstlenecek olmak bu kadar cazip olsun? Adeta evlilik
içinde tanışılacağı gibi dest-i izdivaç kafalarını besleyen
bir hamle değil mi bu? Gençler birbirlerini 21.yüzyılda dahi
muhallebicide hadi bilemedin kafede tanıyacak anlaşacak ve
evlenecek sonunda da mutlu olacak tasavvuru nasıl meşrulaştırılıyor
anlamış değilim. Tanımayı geçtim, hiç sevmediği adama yas
tutan kadınlar da var. O beni sevsin, benim onu gerçekten sevip
sevmemem mühim değil, yeter ki ciddi düşünelim. Oyy! Oyyy!
Giderek
muhafazakarlaşan bir çevrede kadınların biricik sorunu ise
kendilerini tanımadan başkasını tanıdıklarına ikna olabilme
safdillikleri. Birçoğu tüm iyi okullara ve kariyer planlarına
rağmen hayatlarındaki asıl imzayı iyi bir evlilikle atacakları
kanısında. Bu pekala romantik bir düş olarak görülebilir. Ne
var ki bir özne olarak kadınların çoğu toplumsal itki ile
yetiştirilmelerinden belki de asla olmak istemeyecekleri adamlarla
oluyorlar. Burada geleneksel kadın imajının payı da yok değil
hani. Kadın süzülüp mendilini atar. Erkek de peşinden deli
divane sürüklenir, aşk mektupları ile kadını ikna etmeye
kalkışır. Rakiplerin arasından sıyrılıp ona hayatındaki en
özel kişi olma payesini sunmalıdır. “Madem ki çok istedin,
haydi bari olalım” yanıtı ile sırf ilgi açlığından ve ikna
edilmeye susamışlıktan kendini unutan nice kadın var. Oysa ki ilk
soru bu adam beni yatay ve dikey olarak ne kadar tatmin ediyor
olmalı. (Tatmin olmayıp da ilişkiye devam eden erkek sayısı çok
az olduğundan bu soruyu bilhassa kadınlar kendilerine sormalı).
İlişkide beklentilerin örtüşmesi mutluluğun kapılarını açar.
Beklentinin ne kadarının gerçekleştiğini sınamak için
ötekilerin değil, kendi beklentilerinin peşine düşmeli.
Bu
yazıyı genellemelerle bina etmek istemiyorum. Elbette ezber bozan
öznelik konumuna sahip çıkan hisleri ve dürtülerine öcü
gözüyle bakmayan kadınlar da var. Ne var ki, bu kadınlar çok
istisnai konumdalar. Toplumun genelinde hatta yüksek öğretimde
gördüğüm manzara maalesef pek iç açıcı değil. Bu özerk
alanda dahi kendini bile bile tutsaklığa iten olumlanma kaygısından
kendini unutan çok kadın görüyorum. Hatta hâlâ kadın mı kız
mı ayrımı ile cümleye başlayan sözüm ona akademisyen
olacakların vay hâline demekten gayrı söz yok. Biçare düzenin
içinde kadının özerk kimliğini oluşturması ve buna sahip
çıkması çok önemli. Devrimi yine kendiliklerine sahip çıkarak
kadınlar yapmalı. Kısıtlamalar ve sansürlerle önümüzde tutuş
gücü ivmelenen uzun bir yol var. Siz sağ, ben selamet.
27 Mayıs 2014 Salı
10 Mayıs 2014 Cumartesi
KİMSE ÖLDÜRÜLMEYİ HAK ETMEZ!
Bir
ay önce Özge isimli üniversiteli bir gencin, eski erkek arkadaşı
tarafından otobüste katledildiği haberini gördüm. Ne olup
bittiğini daha detaylı takip etme gayreti içindeyken katil erkek
arkadaşın otobüsten kaçıp intihar ettiğini öğrendim. Bu olay
üzerine kadın cinayetleri tekrar lanetlenirken diğer yandan
Özge'nin okulda çok başarılı bir öğrenci olduğundan söz
ediliyordu. Bu derslerde başarılı olma vurgusunu çok yadırgadım.
Özge başarılı olmasaydı öldürülmeyi hak edecek miydi? Yine
Ali İsmail Korkmaz'ın ölümünden sonra annesinin Ali'nin
huzurevlerini ziyaret eden duyarlı bir çocuk olduğunu söylediği
görüntüleri aklıma geldi. Berkin ise ekmek almaya gitmiş bir
çocuktu. Elbette bu gençler sosyal duyarlılıkları olan
bildiklerimizin yanında belki bilmediğimiz pek çok alanda
başarılıydılar. Ne var ki öldürülüşlerinin arkasından bu
yönlerine dikkat çekilmesinin bir alt metni olmalıydı. Ben bu
noktada toplumsal ahlakın sorgulanması gerektiği kanısındayım.
2014
belediye başkanlığı seçimlerinde sonuçlar açıklandıkça
Türkiye'nin ahlaki çöküşe sürüklendiği ileri sürülmüştü.
Başka bir deyişle de ülkenin ahlakı konusunda endişe
duyulduğundan söz edilmişti. Dini bütün bir hükümetin nasıl
olur da bu denli çalıp çırptığına hayret edilmiş, gerçek
dindarlığın böyle olmadığının altı çizilmişti. Demokrasi
cinayetinde pek çok örneğe ev sahibi olma şerefine nail ülkemizde
iktidar karşıtı partilerin söyleminde “Efendiler gerçek din
öyle değildir, böyledir” gibi bir söylem var. Adeta muhalefet
de kendini muhalif olduğunun temel paradigması ile inşa etme
saçmalığı içinde bulunuyor. Oysa ki madem bir karşı duruş var
bu noktada neden biz daha dindarız kurgusu hakim anlamış değilim.
Dahası anlayamadığım bu nasıl bir ahlak anlayışı ki
başarısız, “hayırsız” ve ateist olduğunuzda öldürülmemeniz
için her türden mazereti sıfıra indirgemiş oluyor. Özge
başarısız bir öğrenci olsaydı da öldürülmemeliydi. Ali
İsmail Korkmaz hiçbir duyarlılığı olmadan sadece kendisi için
yaşayan bir genç olma ihtimalinde de öldürülmeyi hak etmezdi.
Berkin bir yetişkin olsa da öldürülmemeliydi.
Bu
ahlaki kurgu nasıl bir mantığa/mantıksızlığa dayanıyor ki
aynı oranda demokrasi de çökmüş oluyor? Sadece çoğunluğun
önördüğü kriterlere uygun çerçevede olumlu birer figürü
temsil edenler en kabaca tabiri ile yaşamayı hak ederken neden
çoğunluğun dışında marjinal bir hayat sürenler yok edilebilsin
ki?
Bu
demokrasi sınavında temcit pilavı gibi tekrarlanan ahlaki
değerlerde yozlaşma fikri neyi temsil ediyor? Ahlak nedir? Bu
ülkede varolabilmek dahası yaşama hakkına sahip olabilmek için
toplum yararına hizmet etmek mi gerekiyor? Bu çocuklar öldürüldü.
Hepimizin içi kan ağladı ve bu telafisi olmayan bir durum. Bu
çocuklar iyi özelliklerine rağmen katledildi söylemindense bu
çocuklar ne yaparlarsa yapsınlar yaşamayı hak ediyor söylemi
daha demokratik olmaz mıydı?
Ahlak
denilince aile kurumu akla geliyor. Bu noktada dahi birinin canını
yakmadığı halde sırf kendi hayatını, kendi bildiği gibi birey
olma bilinciyle yaşayan insanlar evlatlıktan reddediliyor. Oysa
bir insan farklılığının bedelini dışlanarak ödememelidir.
Bazen
farklı bir şey inşa etmeye inanıyorsak daha cesur biçimde karşıt
güçten bütünüyle bağımsız bir söylem geliştirmek farz
oluyor. Mutlak iktidarı yıkmak, demokrasiyi müjdelemek için belki
de her şeyden önce ahlaki değerlerimizin bütününü gözden
geçirmemiz gerekiyor. Berkin Elvan ekmek almaya gitmeseydi de
öldürülmeyi hak etmiyordu. Tutun ki polise taş attı sapanıyla
bunun ne mahiyeti var? Tutun ki çocuk değildi. Tam da burada
acımızı yaşarken dahi zorba gözlere açıklama yapma ihtiyacı
ne berbat bir histir. Mağdur taraf, kusurlu bulunanın aslında ne
kertede bu sistemde ideal olduğuna dair ikna yarışına girmemeli.
Bırakın şu ahlak zırvalığını, bırakın insanlar acılarını
yaşasınlar. Yaşama hakkı elinden alınmış bir insanın kabahati
aykırı olması, hakkını araması olmamalıdır. Hatta bu örnekte
hiçbir kabahati olmamalı. Biz çocuklarımızı her hâlleriyle
bağrımıza basarken bu akılsızlar da artık iktidarın tuzağına
düşüp onun ayıplayacağı noktaları törpülemek zorunda
kalmamalı. Gerçek bir karşı iktidar kendini mevcut olandan farklı
tanımlamalıdır. “Ben daha ...” yarışına girmemelidir.
Özetle,
hiç kimse en kapsayıcı hâliyle toplumun genelinden daha farklı
bir yaşam idealine sahip olmasından ötürü öldürülmeyi hak
etmez. Kimse koruma kalkanlı polise karşı kendini savunduğunda
-ki cana kastetmek yoktur- öldürülmemelidir.
3 Nisan 2014 Perşembe
“YAZMA” VEYA SÖZLÜ TACİZ GİRİŞİMLERİ: DİYALOĞA AYAK DİRETEN MONOLOGLAR
Giriş Notu: Bu
sayıda mizahi unsuru bol bir yazı yazma hedefinde olsam da epeydir
yazmak istediğim bir konuda, konunun ciddiyetinden olsa gerek, dil
şaşmasına uğradığımı başından itiraf etmek isterim.
Ciddiyet-mizah ikiliği (yüzeysellikte son nokta) yaratıp kendi
yeteneksizliğime bahane üretiyor da olabilirim. Mazur görün.
Yazmak ya da Yazmamak İşte Bütün Mesele Bu!
Sokağa adım atıldığından itibaren sözlü taciz yasalarının binbir çeşit rengiyle, istikrarlı biçimde yürürlüğe geçirildiği ülkemizde kadınlara anlatacak çok malzeme çıkıyor. Acıklıdır ki sözlü tacizin eylemsel tacize hatta tecavüze evrilmesinin her mertebesini çocuk yaştan itibaren deneyimlediğimiz bir ülkede yaşıyoruz. Amiyane tabirle “birine yazma” ile sözlü tacizin ince hatlarla ayrıldığı bir ortamda yaşadığımız kanısındayım. Daha çok kız kıza sohbetlerde utancı kırıp anlatabildiğimiz pek çok sözlü taciz anıları vardır. Travmatikliğinin diğerlerine kıyasla daha paylaşılmaya müsait olmasından ötürü “Sözlü Taciz Güncesi” başlıklı projemi hayata geçirme kararı aldım. Çocukluktan, ergenliğe, yetişkinliğe, orta yaşlılığa, yaşlılığa kadarki evrede aklımıza kazınmasına dirensek de bir türlü silinmeyen sözlü tacize uğradığımız anları paylaşabileceğimiz bir platform oluşturma fikrine ne dersiniz? Bu konuda siz değerli okurlarımın fikrine açığım. Paylaştıkça güç kazanırız. Neticede bizi bizden başka koruyacak yok. Farkındalıkla bir nebze aşabileceğimiz durumları gözden geçirmeyi deneyelim. Bakalım ne olacak? Başlıkta zikrettiğim diyaloğa ayak direten monologlar tabiri ise yazmakla yetinmeyip işi tacize vardıran kişinin kendi monolog evreni üzerinden karşı tarafı zorla diyaloğa çekme girişimlerini anlatmaya çalıştım. Bu ayak diretmelerin nerede sınırını aştığını belirlemek zor. Bu yüzden işe bence en temel yaklaşımla; soruna adını koymakla başlayabiliriz.
Sanırım
halk arasında “yazmak” olarak tabir ettiğimiz eylem, sözlü
tacizin masumâne formu. Neticede hoşlanılan kişinin yazması
durumunu da içermesi bakımından “yazmak” olumlanabiliyor. Ama
“Herif deli gibi yazıyor ve ben istemiyorum” anı da var. Sözlü
tacizde istenilmeyen bir durumun içine itilen mağdur bir taraf
olduğu şüphesizken yazma girişiminin doğası muğlaklık
taşıdığından rahatsız edici boyutlara hangi aşamada geçildiği
öngörülemiyor. Kimi zaman bilhassa kadınların sözlü taciz ile
yazma girişimini ayırt edemeyecek duruma geldiğini düşünmüyor
değilim. Sanırım ülkemizdeki şiddet dozajı ile bağıntılı
olarak kadınlarda sözlü tacize tolerans daha fazla. Travma
yaratacak derin şiddet örneklerinden sonra kadınlar kelimenin tam
anlamıyla sözlü tacizi olağan karşılayıp adeta bu kadarla
kalmasına şükredecek noktaya geldi. Bu yazıda daha çok
istemediğinizi ortaya koymanıza karşın ısrarla size yazan hatta
sözlü tacizde bulunan insanların yaklaşımlarına değinmeye
çalışacağım. Yazmanın kolaylıkla sözlü tacize evrildiği
anlara yer vereceğim.
******************************************************
******************************************************
İnceden yazma, laf atma ve tehdit içerikli sözler yapılanın
adını koymayı zorlaştırıyor çünkü bazen bunların hepsi
paket program olarak sunuluyor. Israrcı kişiler bazen öyle
cümleler kuruyor ki ne tepki vereceğinizi şaşırıyorsunuz. Sizi
hazırlıksız yakalayan bu sözler zihninize öyle fatal error
verdiriyor ki tacizcinin sözlerine gülseniz mi ağlasanız mı
bilemiyorsunuz. Kimi zaman da ısrarcı kişiyi defetmek uğruna
zoraki diyalog yaşanabiliyor. Tacizci kendi dünyasını ve
düşüncelerini öyle fütursuzca paylaşmaya hazır ki otobüste,
kalabalık bir sokakta dahi zerre çekince hissetmeksizin tweet atar
gibi laf atabiliyor.
Kendi
anılarıma ve çevremdeki gözlemlere geçerek şu resmi dili bir
nebze kırmayı ümit ediyorum. Sözlü tacize meyilli meslek
grupları ile söze başlayayım. Misal kuaför ve taksiciler...
Elbette bu mesleğe mensup tüm kişiler için genelleyemesek de
benim “kıstırma taktiği” adını verdiğim yöntemle işini
kötüye kullananlara epeyce rastlamışsınızdır. Artık mekâna
hâkim olmaktan mıdır nedir önce sizi ablukaya alıp sonra hemen
yazma girişimine geçerler. Şahsen sık kuaföre giden bir insan
değilim. Dolayısıyla gittiğimde de artık insana benzeyip milleti
korkutmayayım amacıyla hareket ettiğimden genellikle uzun
aralıklarla kuaförü ziyaret ediyorum. Sürekli gittiğim bir yer
olmadığından sık kuaför değiştiren bir tipim. Özetle bu
sayede hem çok gözlem yaptım hem de tanışıklık olmadığından
istemediğim durumla çok karşılaştım.
Şimdi
istenmeyen durumlara nasıl zorla itildiğimi/itildiğimizi
anımsayalım. Bu istenmeyen koşulları oluşturup işini
kolaylaştıran kimselerin uyanıklıklarını anlamak üzere
özellikle detaylandırarak kuaför sahnesinde yaşananları
anlatacağım. Böylelikle yazma/ sözlü tacize hazırlık evresini
başka bir deyişle kıskaca alma taktiğinin işlerliliğini de
görmüş oluruz:
Yeni
girdiğiniz kuaförün -biraz da janjanlıysa- bütçenizi aşan bir
mağazaya girerken hisettiğiniz duyguları hortlatması an
meselesidir. Hadsizlik endişesi yerini tekinsizlik hissine bırakır
ve “Allahım şimdi bunlar hem kafamı kuşa çevirip hem de paramı
emer mi?” sorularıyla koltuğa oturursunuz. Aynadaki ekşi
yüzünüzle düşüncelerinizi toplayıp ikiye bölersiniz. “Korkma
her şey iyi olacak” telkini ile olumsuz havayı yenmeye
çalışırsınız. Sonrasında mekânda çalışanlara hâkim
olmadığınızdan çıraklık-ustalık derecesini belirleyemediğiniz
kimse gelip saçınızı didikleyerek: “Saçlar temiz mi?” diye
sorar. “Eeee şey dün yıkamıştım” demeniz çoğunlukla karşı
tarafı ikna etmez ve zaten temiz olan saçlarınızı bir daha, bu
kez özel bir solüsyonla yıkayacağını söyleyerek sizi ikna
eder. Saçınızı yıkarken diplerini güzelce ovaladığında
kendinizi iyi hissetmeye başlarsınız. Sonra bu ovma işlemi adını
koyamadığınız bir şeye dönüşür ve yine tekinsizlik hissi ile
boynunuzda rahatlama yerine kasılma hissedersiniz. Aynı anda: “Kaç
yaşındasınız? Okuyor musunuz? Nerelisiniz?” soruları ard arda
patlamaya başlar. “Adam saç diplerimi mi arındırıyor yoksa
boynumumu okşuyor? Ne fetişi la bu?” demenize kalmadan üçüncü
sorusunu yanıtlarken bulursunuz kendinizi. Bu öyle karşı
konulamaz bir evredir ki...Kuaförün mekânında onun sözü
geçmektedir. Misafirliğe gitmiş gibi bir hisle her türlü
andavallığına katlanmak nezaketini gösterme ihtiyacı duyarsınız.
Bir de “Ulen şimdi kızar saçımı mahveder” endişenin lokal
anesteziliye bağlatması da benim açıklayamadığım bir etkidir.
Adam: “Bir şey ikram edelim mi?” deyip Hannibal gibi kendi
beynimi yedirtse cık diyemeyeceğim minvalinde iğrenç bir acizlik
hasıl olur. Siz nereli olduğunuzu söyledikten sonra: “Ben de
İzmirlisiniz” sandım demek, kuaför yazmasının klişe
taktiklerinden biri hâline gelmiştir.“Nerelisiniz?” sorusuna
karşılık sizi zorla İzmirli yapan kuaför, elbette hüsn-ü talil
sanatının feriştahı ile size “İzmir'in kızları güzel olur,
sizin güzelliğinizin kaynağı da bu olmalı” gibisinden bir
güzel sebep yarataraktan gururunuzu okşamaya çalışır. Saç
yapılma faslında boya yaptırıyorsanız adama vereceğiniz en ufak
ayarda saçınızın Sulukule stiline dönüşmesinden tırsmanız
gayet anlaşılır bir kaygıdır. Fönde ise saçı yakmak suretiyle
yazan meslek erbabı “Haftasonu işiniz yoksa kahve içelim”e
kadar vardırmıştır fütursuzluğunu.
Kuaförlük
hem yazıp hem işini yapmaya uygun bir meslektir. Size sorulan özel
sorular pekala muhabbet etmek amacıyla sorulmuş olabilir. Öte
yandan zaten dokunma odaklı bir iş olduğundan masajla taciz çok
kolay birbirine girebilmektedir. Bu iç içe geçmişlik kimi
fırsatçılara mesleği kötüye kullanmada güzel olanaklar
sağlamaktadır. Siz ise“Ya sandığım gibi değilse” rezillik
çıkmasın deyip son ana kadar bu aldatmacayı deneyimlersiniz.
Kuaförlük müşteriye güzel olduğunu hissettirerek psikolojik
destekle uğurlayan bir meslek olduğundan iltifatların ucunun
nerede kaçacağını kestirmek güçtür. Kimi soruları yanıtlamayı
yadırgasanız da şık kaçmaz diye yanıtlamak durumunda
hissedersiniz. “Okuyor muyuz?”un ardından gelen görece makul
soruların arasına “Erkek arkadaşınız var mı?”nın
sıkıştırıldığına dahi şahit oldum. Ayar verdiğimde de “Yok
buluşmaya gidecekseniz ona göre saç yapıyım” diyerek
kıvırmasyonlara girişmeler de mesleğin esnek olanaklarından
biri. Bu klişe soruların muhabbetten yazmaya evrildiği o sınır
noktasını birçok arkadaşımla deneyimlediğimizden artık “Yeter”
dedim. O anda her ne kadar kendimi “Bir daha kuaföre gidersem
Allah yarattı demeyip bu klişelerle dalga geçeceğim. Hizmet mi
alıyorum, veriyor muyum belli değil” sözleriyle dolduruşa
getirsem de uygulamaya geçemediğimi fark ettim. Sanki dükkandan
içeri girdiğim andan itibaren bu dünyada tarifi olmayan peri tozu
gibi bir şey serpiştiriliyor üstüme. Keratin ve saç spreyi
kokusunun yüksek dozajda kafa yapıp basiret bağlanmasına yol
açtığını bilimadamları artık açıklamalı. Her neyse en son
hissettirmeden yazma tekniğine bir yenisi eklendi. Gittiğim kuaför
yakın zamanda İngiltere'ye eğitime gideceğini ve kendisine
uygunsam İngilizce çalıştırıp çalıştıramayacağımı sordu.
Ben de çok yoğun olduğumu ancak elimden geleni yapabileceğimi
söyledim. Numaramı aldıktan sonra kartını verdi ve çıktım.
Sonrasında arkadaşlarımın çoğu “Bariz uydurmuş. Sana yazmış”
deseler de inanmak istemedim. Yine de belli olmaz kaygısıyla şehir
dışında olacağımı belirtip iptal ettim. Gel gelelim sözü
edilen kişi İngiltere'ye yakın zamanda gitmediğinden, hatta hiç
gitmediğinden. “Layn!!!! Yoksa??!!” şüpheleri ile beni baş
başa bıraktı. Eğer bu bir yazma girişimi ise -ki hâlâ emin
değilim- bravo! Neticede eğitim toplumumuzun en büyük zaafı.
Mekâna
hâkim olma olanağı ile istemediğiniz bir şeye yeltenen meslek
erbabına ayar verdikten sonra ölçüyü daha da kaçıracağından
korktuğumuz bir başka meslek de taksiciliktir. Taksicilerin
bazıları haddinden fazla soru sorar. Çok konuşmak istemediğinizde
gaza abanıp sizi korkutur. Oturduğunuz yeri öğrenmesin diye
taksiden erken inersiniz. Takip ediyor mu diye üç buçuk attırır.
Size yazan taksici bazen de dikiz aynasından hat safhada dikizleyip
laf atar. Üstüne radyosunda çalan şarkının sesini açıp
direksiyon showa geçer. Koltukta büzüşüp şurda inebilir miyim
dediğinizde “Ne güzel gidiyorduk” diyeni bile vardır.
Bazen
garsonlar da çıldırtır. Size ikramlarda bulunarak ilgisini belli
eden garson olur olmadık masaya damladıktan sonra çaresiz hesap
öderken tüm hünerlerini ortaya dökmeye çalışır. Malum klişe
soruları sorar. Numarasını zorla adisyon iliştirenler de
gözlemlenmiştir.
Çeşitli
meslek gruplarının hissettirmeden yazma becerilerine ilginç bir
yorum da facebooktaki bazı kullanıcılardan gelmiştir. Bu
kullanıcılar sizde ekli olmamalarına ve gizlilik ayarlarının
katılığına rağmen ne yapıp edip size mesaj yollarlar.
Genellikle gelen kutusuna bakan siz bir gün “Diğer” kutusuna
baktığınızda tanımadığınız kimselerin yazma girişimlerine
tanık olursunuz. Bunların içinde birçok kadına aynı mesajı
gönderdiğini gizlemek için acemice “sadece size” yolladığı
vurgusuna yer vermeden rahata ermez bu insancıklar. Posta
gazetesindeki şiirlerin üslubunu andıran mesajlar da acemi
lirizmleriyle mizah anlayışınızı besler.
Yazmanın
sözlü tacize dönüşmeye en fazla fırsat bulduğu alan
sokaklardır. Bu kez hissettirmeden yazanların dışında kulağa
fısıldama ve hiçbir şey olmamış gibi yanınızdan geçip
giderek sözlü tacizini gerçekleştiren dayılar söz konusudur. Bu
dayılar en ağıza alınmayacak sözleri ile sizi nasıl
fantazilerine dâhil ettiklerini yanınızdan geçerken söyleyip
hiçbir şey olmamış gibi yürümeyi başaran poker suratlılardır.
Kimisi de hat safhada pişkindir. Önce yola okkalı bir balgam atıp
buraların kendisine ait olduğunu gösterir. Sonrasında ise avına
yaklaşıp iğrençliğini söyler ve gülerek bekler. Rahatsız
etmekten haz alan bu şahıslar bazen de bindikleri arabadan
iğrençliklerini yayalara taşırlar. Yine burada da müziğin
sesini orantısızca açmak esasına uyulur. Gaza abanmakta iktidar
manyaklığının başka bir gösterenidir.
“ME TARZAN, YOU JANE: INTRODUCTION TO RELATIONSHIP”
Şubat deyince akla 14
Şubat geliyor. Aralık'ın son haftasında nasıl: "Yılbaşında
nabiyon?" sorusuna "Aneeem! Yıl ne zaman bitti daha onun idrakine
varamadım. Planım yok öküz gibi yalnızım. Hem her sene aynı
bok!" cevabı veriliyorsa 14 Şubat için de benzeri melankoli
bezeli bir diyalog hasıl olur. Yalnızlar ekstra mutsuzken, ilişkisi
beklentilerini karşılamayanlar: “Yalnız olsam daha iyiydi. En
azından tanımım belli olurdu” der durur. Bu bakış açısı pek
sağlıklıdır. Zira yalnız olmak gerçekten de daha az soruna yol
açar. Sinüslerden beyne oksijen daha çabuk ulaşır. İlişkisi
olup 14 Şubat'a girenler ise tıkalı sinüsler gibi hiçbir şeyden
tat alamaz. Erkek milletinin 14 Şubat'la imtihanı genellikle Tarzan
İngilizcesi seviyesindedir: “Me Tarzan, you Jane”. Erkek kısmısı
jest yapmanın ne olduğu güç idrak etmiştir. Jest genellikle
sipariş üstüne bir güzellik yapma eylemi değil de insanın
spontane karşısındakini tanıyıp ona sürpriz yapması olduğundan
erkekler için asıl sorun “jest”in tanımında patlak verir. Bu
tanımı kapanların çoğu ise “Anlıyorum ama konuşamıyorum”
seviyesindedir. Bu yazıda ötesinden berisinden bu konuya temas
ediciiim.
Belki
de özel günler söz konusu olduğunda erkeğin Tarzan İngilizcesi
ile pre-beginner seviyeyle apışması, kadının ise özel gün
adabının histerik yol göstericisi olmasının altında başka
sebepler vardır. Aklıma bazı sorular hüum ediyor: Neden kadınlar
özel günleri erkeklere kıyasla daha fazla sahiplenir acaba?
Perioda dahi “özel gün” denmesi koşulluyor mu kadınları?
“Kendimi o özel kişiye saklıyorum” repliği neden hep kadının
ağzındadır? “Yoksa yıldönümümüzü unuttun mu?” sorusunu
neden hep kadınlar sorar? Her şeyden özel olmasını beklemenin
mantığı nedir? İşin garip tarafı kadınlar özel günlere sahip
çıkıp karşı cinse bunun eğitimini vermeye başladı ve bir anda
advanced seviyeye ulaşmış erkekler türedi. Kadınların bu yeni
erkek tipini yaratmadaki başarısı azımsanamaz. Erkeği en ufak
bir dirence sürüklemeden kabullenişe iten ve öz mutluluğu için
belli başlı eylemleri yerine getirmenin gerekliliğine iten bu
kadın tipi âdeta toplum mimarı yahu!
Öte
yandan özel gün ve haftalar aynı zamanda kadınların toplumda bir
yer edinmesinin göstergesi. “Ay şekerim benimki yemeğe çıkardı.
Bir yüzük almış. Nah bu kadar! Seninkiyle naptınız dün?”
sorusu direkt kadınlar arası rekabeti doğuruyor. Hemcinslerinin
akıllı partnerlerine karşılık hiçbir şey yapmamış olan
erkeklerin şu tiradı işitmesi de kaçınılmaz: “Püğ Allah
belanı vermesin! Elalemin herifleri nerelere götürüyor! Sen
napıyorsun? Sıfır! Utan be adam!” Bu tirat da yeni erkeklerin
oluşumunda ilham kaynağı olabilir tabii. Gayet caydırıcı! Kadın
dırdırındansa her şeyi yapmaya hazır adam modelini türetmiş
olabilir bu yaklaşım. Belki de kadın dırdırından çok ikna
ediciliğidir asıl belirleyen. Her orta sınıf kadın kendi evinin
Hürrem'i olmuş ev ekonomisini de Sülüman'ını da idare edecek
güçtedir. Aman ne güzel! Eleştirmekten çok bu gıcık görünse
de erkeği parmağında oynatan kadın tipi bana garip bir haz
veriyor. “Aferin kız! Biz yapamadık bari siz yapın bacım”
dedirtiyor.
Konu
açılmışken ilişki yürütme sanatının vazgeçilmez sponsoru
Facebook'u unutmamak gerek. Malumunuz sıkça mutluluk fotoğrafları
paylaşılıyor. Kafaları yapışık poz veren çift Venedik'te...
Kafaları yapışık poz veren çift gittiği yere özgü bir tatlı
ile... Kafaları yapışık poz veren çift arkadaşları ile
sosyalleşirken... Yanlış anlaşılmasın ama ben hiç bu tip
eylemleri bayılarak gerçekleştirecek bir erkek görmedim.
Görgüsüzlüğümü mazur görün. Sanki bu erkekler iyi eğitilmiş
gibi. Yani benim bildiğim erkek milleti kırk tane poz vermekten,
alışveriş yapmaktan, kız arkadaş toplantılarına katılmaktan
sıkılır. Bu adamlar genellikle 30 yaş üstü, kimseyi bulamamış,
soyunu sürdürmek için bulduğu kadına yapışmak ve onun her
dediğini yapmak zorunda hisseden tipleri android. Ay şimdi de kedi
uzanamadığı ciğere pis dermiş modu doğmasın sakın!
Uzun
süreli ilişkinin ya da evliliğin her anı özelleştirme sanatına
dayalı olduğunu kabul eden bir nesil türedi galiba. Eskiden yurt
dışına zengin insanlar gidebilirdi. Şimdi orta sınıf herkes
yurt dışına tatile gidiyor. Çiftler içinse bu zaruri bir eylem.
İlişkinin kalitesini belirliyor. Tatilde ise moda yerlere gitmek,
bilhassa “bilmem ne beach club”larda poz vermek mutlu bir
ilişkinizin olduğunu elaleme kanıtlamak için şart. Öte yandan
bu kapitalizme destek projesinin erkekleri dönüşüme uğratması
ise belki geleneksel Türk erkeği modelinin aşınması anlamında
önemli olabilir.
Günümüzde
ilişki içindeki erkekler acemiliklerine rağmen daha çok özel
günleri destekleyici bir rol üstlenmiş durumda. En azından
facebook'takilerin çoğu böyle görünüyor. Evde karısını
kısıtlayıp dövüyor mudur bilemeyeceğim ama ne biliyim ya gayet
iyi görünüyorlar kardeşim! Kardeşim demişken kız kardeşim
geçen gün “Yapılan araştırmalara göre facebook en çok
kadınları bunalıma sokuyormuş. Ben kapattım. İçim çok rahat.
Mis gibi hayatıma bakıyorum” dedi. Her zaman benden daha rasyonel
olma vasfıyla ailede sıyrılmış olan kardeşime milyon birinci
kez hak verdim. Hakikaten kadınlar arası rekabeti tetikliyor bu
facebook. Gel gelelim erkekleri de dönüştürüyor. Spa'lara,
brunchlara, club'lara, Avrupalara giden metroseksüel tabir
edebileceğimiz mutlaka bir gym'e yazılmış polo yakalı adamlar
türedi. Bazen şeytan dürtüyor: “Kızım bir bulamadın şöyle
adam” dedirtiyor; ama ne biliyim ya işte! Sonra aile genlerim bu
noktada da devreye girip “Ay çok yapay! İçi seni dışı beni
yakardır onlar. Sen inanma, bakma çoğcuuum”teselli ikramiyesiyle
bu düşünceden sepetliyor beni.
24 Ocak 2014 Cuma
ZENGİN KOCA DOLANDIRICI KOCA
Zengin
koca, her kadının hayalidir. “Yemesin yedirsin”in ötesinde bir
sevdadır bu: Yesin, yedirsin, yiyelim amma velakin hiç eksilmesin.
Sonu gelmeyen bir zenginlik! Harem fantazisi gibi bir elin yağda,
bir elin havyarda. Böyle mis bir baloncuğun içindeyken insan
manyak mı dünyaya bir kere geldiğini bilmesine karşın şüphelere
gark olup: “La bu suyun kaynağı nereden?” desin. Haydi tut ki
bir gece ansızın kıllandın sordun. Adam da dandirikten bir cevap
üfürdü. Az emekle ikna olacağın on metre öteden belli. Zevk ü
sefa ırmağından botoks yaptırıp doğacak çocuklarına yaşamın
bulunduğu az sayıda kimseye açıklanmış bir gezegenden devremülk
almak istemez miydin hanım?
Ben de lafı dolandırmayayım artık! Efenim etraf dolandırıcı kaynarken bizimki ancak laf dolandırma level'ında kalıyor işte naparsın?! Ahlakımız batsın! Malum ileri düzey olarak takdim edilenlerden hangisinin gizliden, hangisinin açıktan, nasıl türlü dolandırıcılıklara imza attığı, nasıl bandıra bandıra rüşvet yediğinin bir bir ortaya çıktığı bir gündemle çalkalanıyoruz. Kimin defterinin dürülüp kimin dürülmeyeceği zaten belli olduğundan pek büyük heyecanlara gark olduğumu söyleyemeyeceğim ama herkeslerin ilgisini zıplatan Ebru Gündeş'in kocasıgilin mal varlığı meselesine değinmeden geçmeyeyim dedim.
Devletin malı deniz, yemeyen domuz diye sözümüz varken Ebru Gündeş'ten büyük erdemler beklemek accuk abes olacaktır. Arabesk-fantazi-pop artık hangi kategoriyse (üçünden biri herhalde ya da karışımı) müzik yapan bir hatuna ne şampayanlar açtırılmıştır. O da pek tabii içlerinden en iyisini seçecekti. Memleket zaten karanlık adama boy vermişken aşkı ile yakalayan hediyelere boğan bu adamcağızı Gündeş ne halt yemeye reddedecekti?! Arada alınan hediyeler basına taşınınca elbet “Doğacak çocuumuuuuza rızk abisi! İstikbal Mars'tadır”diyecekti. Neticede çocuk bu ülkede önemli bir paradigma. Mazallah çocuğun geleceği mevzubahis olunca kafayı sıyırıp ne yapacağını şaşıran ana-babalar var. İnsanımız için gayet anlaşılır bir açıklama idi Gündeş'in yaptığı: “Sizde de var. Siz de bir tarafınızı yırtıyorsunuz çocuğunuz için. Ahanda biz de geleceğine yatırım olsun diye şey ettik!” gibisinden. Ya ne diyecekti? “Fırtınalar koparsa kopsun. Sürüklesin ikimiziiii! Arzular tutuştursun bizi. Razıyım sonuna. Senle olsuuuun” mu deseydi? “Arzu”, “tutku”, “spor araba”, “her türlü hırsa sahibim” ancak şarkı sözünde kabul edilebilir.
Şimdi Ebru Gündeş'in durumuna bir de şu açıdan bakılabilir: Kadın kocasının ne iş yaptığının farkında biri olarak “Hayırlara vesile olsun” yerine “Hayır” deyip Zerrab'ı reddetseydi. “Ben neticede hayatta çok trajik anlar yaşadım. Hepsinde de işimi yaptım” minvalinde kurduğu cümleyi bir de aile kurma meselesinde gösterseydi acaba daha mı onurlu bir portre çizecekti? Aslında üzerinde düşündüğüm şey ;Ebru Gündeş'ten ne beklendiği? Kara para aklamayan bir adamla olmanın Gündeş için cazibesi nedir? Gündeş mesleğinde belli bir noktaya gelmişken aile kurarken daha aklı başında, geliri belli bir eş mi seçmeliydi? Ya da kimi sanatçı tayfasından örneklere eklemlenip “single-mother”lığa mı soyunmalıydı? Ataerkilliğin yüceltildiği arabeskin dibindeyken bu da uçuk bir örnek mi olurdu? “Geleneklerimize uydu mu şimdi?” sorusunu mu doğururdu akıllarda? Ülkemiz sınırları içinde single-mother'lıktan ödleri korkan binlerce hatun kişisi var. “Ay öküz de olsa çocuğumun babası olsun, öküz model olsun, neticede erkektir” düşüncelerini kıramayan yığınla ekonomik özgürlüğünü ilan etmiş hatun var. Hasbel kader evlenip herifin her türlü manyaklığına katlanmayı görev bilen, boşanma kabusu ile uykuları kaçan hatunlar... Bunların arasında Ebru Gündeş'in temsil ettiği dünyaya kıyasla daha entelektüel olanlar olduğu düşünülürse...Tanrım giderek içim kararıyor!
Ben de lafı dolandırmayayım artık! Efenim etraf dolandırıcı kaynarken bizimki ancak laf dolandırma level'ında kalıyor işte naparsın?! Ahlakımız batsın! Malum ileri düzey olarak takdim edilenlerden hangisinin gizliden, hangisinin açıktan, nasıl türlü dolandırıcılıklara imza attığı, nasıl bandıra bandıra rüşvet yediğinin bir bir ortaya çıktığı bir gündemle çalkalanıyoruz. Kimin defterinin dürülüp kimin dürülmeyeceği zaten belli olduğundan pek büyük heyecanlara gark olduğumu söyleyemeyeceğim ama herkeslerin ilgisini zıplatan Ebru Gündeş'in kocasıgilin mal varlığı meselesine değinmeden geçmeyeyim dedim.
Devletin malı deniz, yemeyen domuz diye sözümüz varken Ebru Gündeş'ten büyük erdemler beklemek accuk abes olacaktır. Arabesk-fantazi-pop artık hangi kategoriyse (üçünden biri herhalde ya da karışımı) müzik yapan bir hatuna ne şampayanlar açtırılmıştır. O da pek tabii içlerinden en iyisini seçecekti. Memleket zaten karanlık adama boy vermişken aşkı ile yakalayan hediyelere boğan bu adamcağızı Gündeş ne halt yemeye reddedecekti?! Arada alınan hediyeler basına taşınınca elbet “Doğacak çocuumuuuuza rızk abisi! İstikbal Mars'tadır”diyecekti. Neticede çocuk bu ülkede önemli bir paradigma. Mazallah çocuğun geleceği mevzubahis olunca kafayı sıyırıp ne yapacağını şaşıran ana-babalar var. İnsanımız için gayet anlaşılır bir açıklama idi Gündeş'in yaptığı: “Sizde de var. Siz de bir tarafınızı yırtıyorsunuz çocuğunuz için. Ahanda biz de geleceğine yatırım olsun diye şey ettik!” gibisinden. Ya ne diyecekti? “Fırtınalar koparsa kopsun. Sürüklesin ikimiziiii! Arzular tutuştursun bizi. Razıyım sonuna. Senle olsuuuun” mu deseydi? “Arzu”, “tutku”, “spor araba”, “her türlü hırsa sahibim” ancak şarkı sözünde kabul edilebilir.
Şimdi Ebru Gündeş'in durumuna bir de şu açıdan bakılabilir: Kadın kocasının ne iş yaptığının farkında biri olarak “Hayırlara vesile olsun” yerine “Hayır” deyip Zerrab'ı reddetseydi. “Ben neticede hayatta çok trajik anlar yaşadım. Hepsinde de işimi yaptım” minvalinde kurduğu cümleyi bir de aile kurma meselesinde gösterseydi acaba daha mı onurlu bir portre çizecekti? Aslında üzerinde düşündüğüm şey ;Ebru Gündeş'ten ne beklendiği? Kara para aklamayan bir adamla olmanın Gündeş için cazibesi nedir? Gündeş mesleğinde belli bir noktaya gelmişken aile kurarken daha aklı başında, geliri belli bir eş mi seçmeliydi? Ya da kimi sanatçı tayfasından örneklere eklemlenip “single-mother”lığa mı soyunmalıydı? Ataerkilliğin yüceltildiği arabeskin dibindeyken bu da uçuk bir örnek mi olurdu? “Geleneklerimize uydu mu şimdi?” sorusunu mu doğururdu akıllarda? Ülkemiz sınırları içinde single-mother'lıktan ödleri korkan binlerce hatun kişisi var. “Ay öküz de olsa çocuğumun babası olsun, öküz model olsun, neticede erkektir” düşüncelerini kıramayan yığınla ekonomik özgürlüğünü ilan etmiş hatun var. Hasbel kader evlenip herifin her türlü manyaklığına katlanmayı görev bilen, boşanma kabusu ile uykuları kaçan hatunlar... Bunların arasında Ebru Gündeş'in temsil ettiği dünyaya kıyasla daha entelektüel olanlar olduğu düşünülürse...Tanrım giderek içim kararıyor!
Son olarak Gündeş'in geçen gün Acun'un programında söylediklerine flash back yapalım: “Çok şaşkın ve çok üzgün olduğum bir konu. Reza benim çocuğumun babası ve benim de kocam. Biz çok severek evlendik. Ve evlenirken bir söz verdik. İyi günde, kötü günde beraber olacağız diye. Evet, bir karanlıktan geçiyoruz. Bildiğim bir şey var ki; her gecenin bir sabahı var. Biliyorum ki bunun da bir sabahı var” diyen Gündeş devamında: “Hayatta her şey, hiç kimse unutmasın ki insanoğlu için” ifadesine zıpladı. Bu cümle bile başlı başına tuhaf bir ikilem yarattı bünyemde. Birincisi sanki iftiraya uğramış bir kadın imajı yaratma çabası, ikincisi kocasının bir dolandırıcı olduğunu kabul eden, hatta para-pul bunlar insanın nefsini oynatan şeyler, her şey insana kafasıyla kocasının tahliyesini bekleyen bir kadın. Elbette Gündeş ilk ihtimali kastediyordu duygu durumuna bakılırsa ama yuh artık yav! Çocuk tabii yine kullanılan bir öge olarak sonraki ifadesinde bizlere nanik yapıyor: “Allah’ım inşallah bu kara günler çok çabuk geçer, çünkü çocuğumun incinmesini
istemiyorum”. İtibarın sarsılması en çok çocuğu etkileyecek korkusunu seyircinin yüreğine işletti vallahi! Arada da geç de olsa mesleğine sarılan bir kadının cümleleri: “Ben işimi çok severek yapıyorum. Şarkı söylemeyi çok seviyorum. Evlenmeden önce de işimi yapıyordum, evlendikten sonra da işimi yaptım, bugünden sonra da işimi yapacağım”. Öğrencilere: “okula siyaset sokmayın, işinize bakın, dersinize çalışın” demeyi görev edinen öğretmene örnek öğrenci yanıtı gibi adeta Gündeş'in cümlesi. Biraz da kocasından bağımsız olduğuna göz kırpan bir eda. “O beni işimden men edemedi. Bırakın şimdi onu, benim durum ne olacak?” der gibi gibi. Tabii “bırakın rızkımı kazanmaya devam edeyim, beni sizler yarattınız, hep böyle kalın cana yakın” iması da var. Bunun üzerine seyirci de durur mu yapıştırır “şak şak”ı. Valla Ebru Gündeş'in birkaç cümlesinden hareketle dediklerinin mealini çıkarsam kitap olur. Hem pişkin, hem mağduru aynı potada eriten bir belagat ustası gibi maşallah! Gelelim kıssadan hisseye zengin koca, dolandırıcı kocadır. Aman bacım dikkat etmeli! Zengin adamdan korkacaaan!
*Görselin aparıldığı site: http://www.stargundem.com/resimler/566000/566756.jpg
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)