14 Eylül 2014 Pazar

Görsellerle Yaşıyorum


ÖMER SEYFETTİN'İN “PRİMO TÜRK ÇOCUĞU”NDAKİ KADIN ALGISI

          Ömer Seyfettin'in “Primo Türk Çocuğu” başlıklı hikâyesi Selanik'te yaşayan bir çekirdek ailenin yıkımını anlattığı söylenebilir. Bu ailenin reisi olan Kenan Bey, İzmir'de tanıştığı İtalyan güzeli Grazia'ya gönlünü kaptırır. Yalnız kızın babası Mösyö Vitalis kızını barbar, medeniyet düşmanı bir Türkle evlendirmek istemez. Kenan'a Osmanlı-Türk kimliğini unutarak bir İtalyan gibi yaşaması koşulu ile kızını verebileceğini söyler. Grazia'ya aşkından bu koşulu kabul eden Kenan, çocuklarını da İtalyan kaideleri ile yetiştirir. Öyle ki ilk çocuğuna “Primo”; ikincisine ise “Sekundo” diye seslenir. Tabii “Sekundo” kurgunun içinde sadece İtalyanların ikinci çocuğa “Sekundo” demelerini imleme vazifesini yerine getirip ölür. Geriye baş kahramanımız “Primo” kalır.

          İtalyanların Trablusgarp'a girişi ile işler karışır. Mutlu mesut yaşayan çekirdek ailenin üzerinde milliyetçilik dalgası ile kara bulutlar dolanmaya başlar. Bu dalga Kenan Bey'in kimliğini sorgulamasına ve âdeta : “İtalyanlar vatanı bölerken ben burada pasif pasif oturacak mıyım?” demesine yol açar. Grazia ise ortalık karıştığından bir an evvel Selanik'i terk etmeleri gerektiğini düşünür. Gel gelelim bu kritik evrede Kenan Bey, Grazia'ya bir Türk olduğunu hatırladığını ve kendisiyle gelmeyeceğini söyler. Bu sırada babası ile garip bir paralellikle Primo da Fransızca eğitim aldığı okulunda Orhan adında bir çocukla konuşur. Orhan, Primo'ya bir Türk olduğunu ve Türklerin tarihteki başarılarını anlatır.

          Orhan'ın motivasyonu ile Primo eve vatan, millet, Sakarya havası ile gelir. Şu rastlantıya bakın ki, Grazia ile Kenan da kararları noktasında çocuklarının akıbetini konuşmaktadır. Primo annesinde mi kalacaktır, babasında mı? Primo kırık Türkçesi ile Türk çocuğu olduğunu söyler: “Ben.... Turko çocuk....Ben, yok İtalyano..Ben burda..Ben çocuk Türk....”(390). Hikâyenin devamında Primo babası ile Selanik'te kalır ve içinde kopan milliyetçilik fırtınası ile düşmanı imha etmenin yollarını arayan çocukluktan canavarlığa evrilen birine dönüşür.

          Primo annesinin gidişi sonrasında dahi kalpsiz bir edayla: “Zaten o ecnebi kadının, o düşmanın aralarında ne lüzumu vardı?” (392) diye düşünür. Hikâyenin sonlarında milliyetçilik aleviyle tutuşup babasının revolverini ağzına alıp hazla emdiği ve düşman askerine doğrulttuğu satırlar Türk edebiyatının en ilginç sahnelerinden biri olarak akılda kalmıştır.

          Hikâyeye dair ifade edilecek çok şey var; ama benim bu yazıda asıl değinmek istediğim, olay örgüsünün içinde Ömer Seyfettin'in kimi zaman anlatıcının dili ile aralara serpiştirdiği benzetmelerle kadını nasıl algıladığı sorusuna cevap aramak. Bunun için hikâyede sözünü ettiğim pasajlara dönelim.
 Primo'nun annesine kafa tutup onunla gelmeyeceğini söylediği dramatik sahnenin ardından anlatıcı devreye girer ve ailesini terk edecek olan Grazia'nın durumunu şöyle betimler: “Grazia; muzaffer, genç, kavi ve uyanık Turan'ın muhakkak galebesi altında ezilecek olan zayıf, hasta ve miskin garbın korkak ve kadından bir timsali gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyordu” (391). Anlatıcı nezdindeki betimlemeye baktığımızda Ömer Seyfettin, Grazia üzerinden garbı kadınsılaştırmıştır. Garbı temsil eden Grazia'ya kadınlığı üzerinden zayıf, hasta ve miskin sıfatları giydirilmiştir. Zaten oğlu tarafından dahi anneliği yerine milliyeti düşünülerek düşman ilan edilmiştir Grazia.
Yine anlatıcının devreye girdiği bir başka bölümde Kenan'ın gözünden Selanik sokakları şöyle betimlenir: “Kahveler gene hıncahınç asker doluydu. Ne intizam, ne hükümet vardı...O gece uyuyamadı. İşte babasının dedikleri çıkıyordu. Hâlâ zabitler gazinolarda oturuyorlar, nazik ve beyaz elleriyle, kadın gibi, saçlarını ve bıyıklarını düzeltiyorlardı” (401). Burada da düşman askeri ile kadın arasında bir koşutluk kurulmuştur. Kadın gibi dış görünüşleri ile ilgilenen bu düşman askeri nazik ve beyaz ellere sahiptir. Askerlerin erkeksiliğinin yitimini imleyen kadınsılaştırmaya dayalı bir tasvir söz konusudur.
          Askerlerin kadınsılaştırılarak betimlendiği bir diğer bölümde ise bu kez Yunan ve Bulgar zabitlerinin arasında teslimiyetçi biçimde yer alan Türk zabitlerden bahsedilir. Primo'nun gözünden okuduğumuz bu bölümde vatandan önce canını düşünen zabitlere duyulan öfke yine erkekleri kadınsılaştırma ile anlatılır:
 Ah, değişmeyen yalnız bizim zabitlerdi. Askerlerini, toplarını, tüfeklerini,vatanlarını, ırzlarını, mallarını düşmana verdikten sonra kurtardıkları pis ve kıymetsiz canlarını eğlendiriyorlar, yine eskisi gibi parlak kılıçlarını yerlere sürterek muzaffer düşman askerlerinin arasında, erkeklerin önünden geçen bir kız tavrıyla utanmadan geziniyorlar; gazinolarda bacak bacak üstüne atıp narin kadınlar gibi nazik ve beyaz elleriyle taranmış saçlarını, yukarıya kaldırılmış bıyıklarını düzeltiyorlardı (404).
Ömer Seyfettin, düşman askerini betimlerken de kadınsılaştırmayı “nazik” ve “beyaz elli” sıfatları ile vurgulamıştı. Önceki alıntıda düşman askerlerini bu nitelendirme ile betimleyen yazar, bu alıntıda da düşman askeri ile bir arada olmakta sakınca görmeyen Türk zabitlerinin acizliğini de benzer sıfatlarla aktarmış. Sıfatlar bir yana zaten açıkça zabitlerin “kadın gibi” olduğunu belirtmiştir. Ömer Seyfettin'in düşmanı ve düşmanın safını tutanı nefretle betimlerken kadın gibi olmalarına yaptığı vurgu bir kadın nefretinin göstergesi olabilir mi? Sanırım bu sorunun cevabını vermeden önce hikâyedeki şu satırları gözden kaçırmasak iyi olacak:
Niçin ağlayacaktı? Kadınlar, zayıflar, kuvvetsizler, adîler, alçaklar ağlardı. O           ağlamayacak, fakat ağlatacaktı. Kalbinde yine bir acı duydu; sanki gözyaşları kirpiklerinin altında toplanıyor,, taşmak istiyordu. Derin bir nefes aldı (410).
          Erkekler ağlamaz, tabii Primo da yeni edindiği Türk kimliği ile bir erkeğe yakıştığı gibi ağlamayacaktı. Burada virgülle ayrılan sıfatlara bakmakta fayda var. Kadınlar, zayıflar, kuvvetsizler, adîler, alçaklar yine bir koşutluk içinde ağlayanlar sınıfına dâhil edilirken olumsuz nitelendirmelere kadının da dâhil edilmesi önceki alıntılarla bir arada değerlendirildiğinde pek de tesadüf eseri karşımıza çıkmıyor. Gelelim bir başka alıntıya:
Ölüm...Ama bu eskilerin, ihtiyarların, namussuzların, alçakların, kavmiyetsizlerin, Yahudilerin, kadınların ve korkakların sandıkları gibi müthiş ve korkunç bir şey miydi?(414-415).
Namussuzlar, alçaklar, kavmiyetsizler, Yahudi ve korkaklarla kadının da ötekileştirmeye tabi tutulduğu bir “ve” koşutluğu görüyoruz. Bu sıfatlarla acizlik tanımına gidilirken kadın erkek arasındaki farkın da altı çizilmiş. Kadın aciziyet sıfatları ile birlikte düşmandır da. İhtiyarlık da takip eden satırlarda kocakarılıkla bağdaştırılarak bu kez erkekliğe yapılan vurgu ile daha net biçimde olumsuzlanmıştır:
Unutulmamak...Bu nasıl olurdu? Babası söylemiyor muydu: Gayet büyük bir şey yapmakla...Herkesi hayretten şaşırtacak bir kahramanlık, dehşetli bir cesaret göstermekle...İşte büyük Türklük için o, ehemmiyetsiz, kıymetsiz ferdî hayatını feda edecekti. Bu kıymetsiz, muvakkat hayatı saklasa ne olacaktı. Hakaretler, küfürler, tokatlar, lanetler içinde ihtiyarlayacak, nihayet bir gün hasta ve kuvvetsiz yatağında bir bunak ve iğrenç bir kocakarı gibi gebermeyecek miydi? O vakit onun ismini tarihler yazar mıydı? Hayır...Asla...ve böyle bir erkek ölümünün, dünyada birçok atların, eşeklerin, köpeklerin ölümünden ne farkı vardı? (415).
          Milliyetçilik fırtınası ile yeniden doğan ve tarih yazma arzusuna kapılan Primo için de kıymetsiz bir ömür sürmektense ölüm yeğ hâle gelir. Burada sözü edilen herhangi birinin ölümü değil, bir erkeğin ölümüdür. Bir erkek gibi ölmek. Ölümden korkmamak. Vatanı uğruna ölen şerefli ve güçlü bir erkek olmak ister çocuk yaştaki Primo. Erkek olduğundan ona yüklenen militarist kimlikle Primo'nun çocukluğunun yitimi veya tabiri caizse katli vuku bulmuştur. Erkekliğin yitiminde ise en büyük tehdit kadın olmak veya kadınsılaşmaktır. Vatanı düşman askerince işgal edilmiş bir erkek aciziyet sıfatlarından muaf olup kahramanlık sergilerken kadını karşısına alır. Ömer Seyfettin'de kadınsılaştırma, erkekliği bozguna uğratmada bir betimleme aracı olarak, en büyük silah hâline gelmiştir. Hâsılı “Primo Türk Çocuğu”nu kadınlığın ve çocukluğun öldürüldüğü erkekliğin ve vatanperverliğin yüceltildiği bir hikâye olarak da okumak mümkün.
Kaynak: Seyfettin Ömer. Ömer Seyfettin Bütün Hikâyeleri. (Haz. Polat, Nazım Hikmet.) İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2010.



31 Temmuz 2014 Perşembe

HORMONLU ZİHİNLER


          Gezi direnişinin birinci yılını kutlarken bugün televizyon kanallarından öğrendikleriyle geçimini sağlayan orta sınıfın çoğunda aktardan tasdikli sağlık programlarına abanıldığını gördükçe ne tepki vereceğimi şaşırıyorum. Diyetisyen, aktar, enejici, alternatifçi, bilimadamı, zart zurtçu kisvesiyle “Şunu ye, kansere bire bir ablacııım” diyen pazarcı kılıklı dayılara verilen referansın haddi hesabı yok. Artık iki kelime laf edemiyorum orta yaşlı orta sınıfla çünkü her iki kelimeden biri: “Şunun çekirdeğini mıncır, yut! Bak çok iyi geliyormuş. Saafoğlu söyledi. Büyük alim! Mutlaka ye çocuuum” şeklinde. Kanserden ölüm korkusunun, manyaklık boyutunda beslenme fetişine dönüştüğü ülkemizde adaletsizten ölenler için hiçbir eylemliliğe gidilmemesi ne acı!

          Orta yaş ve üzeri orta sınıf her şeyde olduğu gibi bu eylemlilik meselesinde de orta yolu bulmuş durumda. Akşam izlenilen haberlere iki “Cık cık!”, bir “Vah vah!” ettikten sonra gelelim fasülyenin faydalarına seansına başlamak resmen korsan ritüele dönüştürülmüş. “Aman çocuğum olaylara karışma! Ama ne yap et, iki elin kanda olsa da kiraz sapını, limon çekirdeğini eksik etme!” apolitik zihinlerin mottosu hâline gelmiş.
          Hemen her programda sağlık da sağlık diye milletin beynini yıkayan satılmış medya hükümet elli cinayetlere yer vermekten kaçarken biz onca katledilme haberine karşın ne zaman İsveç'e dönüştük de kendimizi kanserden korur olduk? Ucuz ölümler diyarı ülkemizde ne zaman sıra kansere geldi?
          Bir de komplo teorisi ürettim: Yıllardır peşimizden yemekle koşan, hırka giydirmeye çalışan masum görünümlü anneler, bu özelliklerinden ötürü kamuflaja bürünüp Saafoğullarının misyonerliğini yapıyor olabilir mi? Her gün sabahtan akşama kadar izlediği programlardan ötürü beyni aktara bağlayan teyzelerdense sapan tutan aktivist teyzeyi kaç hükümet yeğler ki? En güzeli etliğe sütlüğe karışmayıp kendini kanserden ve tüm felaketlerden koruyan bir neslin üreticisi olan anneler yetiştirmek. Böylece gençlik hem kanserden korunacak hem de hükümetin adaletsizliklerine gık diyemediğinden her daim güven içinde yaşayacak. Ne ütopik bir manzara.
          Yeni nesil ev hanımının hormonlu besin, kansorejen madde kabusu “Artık çok geç!” dedirten bir yöne de sahip. Düşünsenize onca yıldır katı yağla beslenip sonra tıkanmak üzere olan damarları “Biz her şeye zeytinyağı koyuyoruz” diyerek açma çabası çok absürt değil mi? Eski tüketim ekipmanlarındaki hormona/kanser yapıcı etmenlere yeterince maruz kalmasından dolayı son gece ödev yetiştirmeye çalışan biçare öğrencinin hâlini anımsatıyor bu teyzelerin hâli. Takriben 50 yıl öncesinde Vita yağına abanıp sonra soya filizi yağından başkasını kullanmayan hormonlu zihine Çernobil aromalı çay ikram etmek istiyorum. Çok iyi geliyormuş bakın öyle diyor büyüklerimiz. Üstüne de doksanlarda giydiğin kanserojen boyalı t-shirtü de giyindin mi tadından yenmez! Bir yağ yaktırıyor ki... Allah seni inandırsın, kaynımın kızı bir ayda 35 kilo verdi!
          Keşke bu mantıkla gidecek olduğumuzda hükümetin döktüğü kana da bir çare olsa. Mesela ceviz suyuna incir çekirdeği koyduğumuzda vicdan uyansa. Adaçayına limon ve zencefil ekleyince ileri demokrasi gelse. Böğürtlene kuşburnu ekleyince zihinler uyansa ve hür olsa! Belki aktardan çıkıp biraz politik tarihimizle ve bugünümüzle haşır neşir olursak mucizevi tariflere gerek kalmaz. Gezi'deki gibi mucizevi tarihler yazılır. 

SENDEN ÖNCE SENDEN SONRA


          Kadının öznelik konumu tartışıladursun kadınlar hayatlarında bilhassa ikili ilişkilerinde ne kertede öznelik konumlarına sahip çıkarak “ben” diyor sorusu ile bu yazıya başlamak istiyorum. Kadınlar ikili ilişkilerinde öncelikle karşı tarafın ilgisini çekmeye ve bu ilgiyi uzun vadede tutmaya odaklanırken kendilerinin karşı tarafa ilgileri olup olmadığını çok geç sorguluyorlar, kimileri ise sorgulama sisteminin fişini çekmiş hâllerde. Günümüzde kadının kendilik düzleminde farkındalığı artacakken ne hikmetse müthiş bir azalmayla dibe vuruyor. Heteroseksüel bir ilişkide kadın, erkekle pek ilgilenmese de bir ego tuzağına çekilip erkeğin alakasını garantiledikten çok sonra kendisine dürüstçe söz konusu adamı isteyip istemediğini soruyor. Evlenme teklifi arayışı, başka bir deyişle ilişkinin ciddi bir yöne evrilmesi ise genellikle hep kadının arzulayacağı bir verili istek şemasına sürüklüyor bizleri. Erkeklerse genellikle önce kendi seslerine kulak veriyor. Toplumdan ve karşı taraftan bağımsız biçimde kendilerine ne istediklerini sorup net ve dürüst bir cevaba kavuşarak ilişkilerine daha sağlıklı başlıyorlar. Kadınlara (belki bin beş yüzüncü kez) gelince: “Senden önce, senden sonra” nakaratı ile kendilerinden önce karşı tarafın öznelik konumunun güdümünde hareket etmeyi tercih edip kişisel tatminlerini minimuma çekiyorlar.
          Kadınların istemedikleri durumları deneyimlemeleri ve saçlarını süpürge etmeleri toplumda adeta kadın olmanın bir gereği gibi görülüyor. Yaşadığı tüm güçlüklere rağmen oyundan kopmayan kadın personası başta kadın tarafından meşrulaştırılıyor. Çoğu kadın ilişkiye başlarken ilişkinin uzun soluklu olması tahayyülünde. Bir insan pek fazla tanımadığı bir başka insanla bir ömür yaşayabileceğini hangi akıl tutmasıyla arzulayabilir? Çoğu kadın, karşı cinsle yeni bir ilişkiye hatta iletişime başlarken dürüst bir muhakemeye girmeksizin evlensek nasıl olurdu, aileme uyar mıydı? demeye başlıyor. Bu noktada anlık güdülerle yüzleşmek de epey sorunlu oluyor. Çoğu kadın tensel etkileşimle duygusal ve düşünsel etkileşimi birbirine karıştırıp yine topyekün sonu evliliğe çıkan kastırmasyonlara girişmeyi vatana millete borç biliyor. Hatta fiziksel çekimi ayıp sayıp kendi dürtülerini yoksayanların sayısı azalması gerekirken giderek artıyor. Bunun arkasında yatansa değersizleştirilme endişesi.
          Bir kadın x erkekle iletişim kurarken kendisini rahatça ifade ettiğinde dahi “Acaba benim rahat bir kadın olduğumu mu düşündü?” kaygısıyla “Ben o bildiğin kadınlardan değilim” tavrına bürünüp tribal enfeksiyona geçebiliyor. Çoğu kadın one night stand'in kendilerine uygun olmadığını ifade ediyor. Erkeklerse toplumun genel kanısı üzerinden bu konuda evlilikten kaçan her tür takılma alemine açık ve istemedikleri ilişkide yer almayacak denli daha bir farkındalık içinde lanse ediliyor. “Neden benimlesin?” sorusunu soran bir kadının “İstemesem/sevmesem neden senle olayım?” cevabını alması kaçınılmaz. Aslında kadın kendi kendini ikna edemediğinden erkeğin nasıl bu denli kolaylıkla ikna olduğuna şaşırıyor ve empati kabiliyetinin tıkandığı yer tam da bu nokta oluyor. Kadınlar aynı soruyu kendilerine yönelttiklerinde kendi hislerini ve düşüncelerini dışarıda bırakıyorlar. Devreye hep üçüncü şahısların gözleri giriyor. Ben gerçekten istemememe rağmen bu adamlaysam bu adam da pekala beni kırmamak için benimle birlikte oluyor olabilir veya kesin bir çıkar sözleşmesi ile bana hain oyunlar oynama planları içinde gibi paranoyak gevelemelerle özgüven kaybına yeni bir boyut kazandırıyor. Bence kadınların başta erkekler ve erkek egemen zihniyetle örülü toplumda değersizleştirilme korkusu yetiştirilişleriyle ilgili.
KADINLARI EVCİLLEŞTİRMEYİN! ONLARI İYİ AİLE KIZI OLMANIN ÖTESİNE TAŞIYIN! TABİAT CANDIR.
          Her an zarar göreceği kaygısıyla bir kız çocuğunu yetiştiren aile kurumu her ne kadar modern bir örüntünün içinde de olsa çocukları daha yolun başında mağdur edilen konumuna sürüklemiş oluyor. “Şunu giyme tacize uğrarsın. Yüksek sesle gülme hafif meşrep damgası yersin. Kız çocuğu oturmasını kalkmasını bilmeli. Akşam arkadaşında kalma, adam gibi saatte evde ol. Erkekler seni kullanıp atarlar. Erkekler seninle gönül eğlendirebilirler, uyanık ol. Önce evlilik. Evlenmeden asla çocuuum” gibi cümleler silsilesi ile yetişen bir bireyin ne kertede öz mutluluğuna yoğunlaşabileceği ileri sürülebilir. Dolayısıyla kadınların çoğu başta yetişme ortamında sürekli insan doğasına aykırı bir kafese kapatılmış durumdalar. Kadınlar için eğitim şart temasından önce eğitilmemek şarttır. Bırakın kadınları özgürce insan gibi yaşasınlar. Kadınları evcilleştirmeyin, doğal ortamlarında doğalarına uygun biçimde yaşamalarına izin verin. Tabiat candır. Kız çocuklarını yetiştirirken eğer statülerini ve mutluluklarını biraz önemsiyorsanız onları özel hayata ve eve hapsetmeyin. İzin verin zehirlensinler ve panzehirlerini bulup daha güçlü biçimde hayata tutunsunlar. Sürekli zarar göreceği psikolojisiyle yetiştirildiklerinde ilk olarak bu uyarıya rağmen zarar gördüysem kesin hata bendedir demesinler. (Şair burada aile kurumuna sesleniyor).
İHALE YİNE YENİDEN KADINA MI KALIYOR?
          Yetiştirilme koşullarıyla bağdaşık olarak kadınların önce “ben” diyebilme yetisi ortadan kaldırılıyor. Her bireyin kendine hayattaki her türden durum için “Beklentim nedir?” sorusunu sorması elzem. Bu soruya dürüst cevaplar verildiği ölçüde hayalkırıklığı ve depresyonun önüne geçilebilir. Aksi takdirde sürekli bulunduğu kaba göre şekil alan otantik kimliğini bulamayan kadınlar için tutsaklık kaçınılmaz. Daha iletişim esnasında bu adamın niyeti evlilik mi başka bir şey mi ilk sorulacak soru olmamalı. Neden tanınmayan biri ile yaşama sorumluluğunu üstlenecek olmak bu kadar cazip olsun? Adeta evlilik içinde tanışılacağı gibi dest-i izdivaç kafalarını besleyen bir hamle değil mi bu? Gençler birbirlerini 21.yüzyılda dahi muhallebicide hadi bilemedin kafede tanıyacak anlaşacak ve evlenecek sonunda da mutlu olacak tasavvuru nasıl meşrulaştırılıyor anlamış değilim. Tanımayı geçtim, hiç sevmediği adama yas tutan kadınlar da var. O beni sevsin, benim onu gerçekten sevip sevmemem mühim değil, yeter ki ciddi düşünelim. Oyy! Oyyy!
          Giderek muhafazakarlaşan bir çevrede kadınların biricik sorunu ise kendilerini tanımadan başkasını tanıdıklarına ikna olabilme safdillikleri. Birçoğu tüm iyi okullara ve kariyer planlarına rağmen hayatlarındaki asıl imzayı iyi bir evlilikle atacakları kanısında. Bu pekala romantik bir düş olarak görülebilir. Ne var ki bir özne olarak kadınların çoğu toplumsal itki ile yetiştirilmelerinden belki de asla olmak istemeyecekleri adamlarla oluyorlar. Burada geleneksel kadın imajının payı da yok değil hani. Kadın süzülüp mendilini atar. Erkek de peşinden deli divane sürüklenir, aşk mektupları ile kadını ikna etmeye kalkışır. Rakiplerin arasından sıyrılıp ona hayatındaki en özel kişi olma payesini sunmalıdır. “Madem ki çok istedin, haydi bari olalım” yanıtı ile sırf ilgi açlığından ve ikna edilmeye susamışlıktan kendini unutan nice kadın var. Oysa ki ilk soru bu adam beni yatay ve dikey olarak ne kadar tatmin ediyor olmalı. (Tatmin olmayıp da ilişkiye devam eden erkek sayısı çok az olduğundan bu soruyu bilhassa kadınlar kendilerine sormalı). İlişkide beklentilerin örtüşmesi mutluluğun kapılarını açar. Beklentinin ne kadarının gerçekleştiğini sınamak için ötekilerin değil, kendi beklentilerinin peşine düşmeli.
          Bu yazıyı genellemelerle bina etmek istemiyorum. Elbette ezber bozan öznelik konumuna sahip çıkan hisleri ve dürtülerine öcü gözüyle bakmayan kadınlar da var. Ne var ki, bu kadınlar çok istisnai konumdalar. Toplumun genelinde hatta yüksek öğretimde gördüğüm manzara maalesef pek iç açıcı değil. Bu özerk alanda dahi kendini bile bile tutsaklığa iten olumlanma kaygısından kendini unutan çok kadın görüyorum. Hatta hâlâ kadın mı kız mı ayrımı ile cümleye başlayan sözüm ona akademisyen olacakların vay hâline demekten gayrı söz yok. Biçare düzenin içinde kadının özerk kimliğini oluşturması ve buna sahip çıkması çok önemli. Devrimi yine kendiliklerine sahip çıkarak kadınlar yapmalı. Kısıtlamalar ve sansürlerle önümüzde tutuş gücü ivmelenen uzun bir yol var. Siz sağ, ben selamet.

10 Mayıs 2014 Cumartesi

KİMSE ÖLDÜRÜLMEYİ HAK ETMEZ!



          Bir ay önce Özge isimli üniversiteli bir gencin, eski erkek arkadaşı tarafından otobüste katledildiği haberini gördüm. Ne olup bittiğini daha detaylı takip etme gayreti içindeyken katil erkek arkadaşın otobüsten kaçıp intihar ettiğini öğrendim. Bu olay üzerine kadın cinayetleri tekrar lanetlenirken diğer yandan Özge'nin okulda çok başarılı bir öğrenci olduğundan söz ediliyordu. Bu derslerde başarılı olma vurgusunu çok yadırgadım. Özge başarılı olmasaydı öldürülmeyi hak edecek miydi? Yine Ali İsmail Korkmaz'ın ölümünden sonra annesinin Ali'nin huzurevlerini ziyaret eden duyarlı bir çocuk olduğunu söylediği görüntüleri aklıma geldi. Berkin ise ekmek almaya gitmiş bir çocuktu. Elbette bu gençler sosyal duyarlılıkları olan bildiklerimizin yanında belki bilmediğimiz pek çok alanda başarılıydılar. Ne var ki öldürülüşlerinin arkasından bu yönlerine dikkat çekilmesinin bir alt metni olmalıydı. Ben bu noktada toplumsal ahlakın sorgulanması gerektiği kanısındayım.
          2014 belediye başkanlığı seçimlerinde sonuçlar açıklandıkça Türkiye'nin ahlaki çöküşe sürüklendiği ileri sürülmüştü. Başka bir deyişle de ülkenin ahlakı konusunda endişe duyulduğundan söz edilmişti. Dini bütün bir hükümetin nasıl olur da bu denli çalıp çırptığına hayret edilmiş, gerçek dindarlığın böyle olmadığının altı çizilmişti. Demokrasi cinayetinde pek çok örneğe ev sahibi olma şerefine nail ülkemizde iktidar karşıtı partilerin söyleminde “Efendiler gerçek din öyle değildir, böyledir” gibi bir söylem var. Adeta muhalefet de kendini muhalif olduğunun temel paradigması ile inşa etme saçmalığı içinde bulunuyor. Oysa ki madem bir karşı duruş var bu noktada neden biz daha dindarız kurgusu hakim anlamış değilim. Dahası anlayamadığım bu nasıl bir ahlak anlayışı ki başarısız, “hayırsız” ve ateist olduğunuzda öldürülmemeniz için her türden mazereti sıfıra indirgemiş oluyor. Özge başarısız bir öğrenci olsaydı da öldürülmemeliydi. Ali İsmail Korkmaz hiçbir duyarlılığı olmadan sadece kendisi için yaşayan bir genç olma ihtimalinde de öldürülmeyi hak etmezdi. Berkin bir yetişkin olsa da öldürülmemeliydi.
          Bu ahlaki kurgu nasıl bir mantığa/mantıksızlığa dayanıyor ki aynı oranda demokrasi de çökmüş oluyor? Sadece çoğunluğun önördüğü kriterlere uygun çerçevede olumlu birer figürü temsil edenler en kabaca tabiri ile yaşamayı hak ederken neden çoğunluğun dışında marjinal bir hayat sürenler yok edilebilsin ki?
          Bu demokrasi sınavında temcit pilavı gibi tekrarlanan ahlaki değerlerde yozlaşma fikri neyi temsil ediyor? Ahlak nedir? Bu ülkede varolabilmek dahası yaşama hakkına sahip olabilmek için toplum yararına hizmet etmek mi gerekiyor? Bu çocuklar öldürüldü. Hepimizin içi kan ağladı ve bu telafisi olmayan bir durum. Bu çocuklar iyi özelliklerine rağmen katledildi söylemindense bu çocuklar ne yaparlarsa yapsınlar yaşamayı hak ediyor söylemi daha demokratik olmaz mıydı?
          Ahlak denilince aile kurumu akla geliyor. Bu noktada dahi birinin canını yakmadığı halde sırf kendi hayatını, kendi bildiği gibi birey olma bilinciyle yaşayan insanlar evlatlıktan reddediliyor. Oysa bir insan farklılığının bedelini dışlanarak ödememelidir.
          Bazen farklı bir şey inşa etmeye inanıyorsak daha cesur biçimde karşıt güçten bütünüyle bağımsız bir söylem geliştirmek farz oluyor. Mutlak iktidarı yıkmak, demokrasiyi müjdelemek için belki de her şeyden önce ahlaki değerlerimizin bütününü gözden geçirmemiz gerekiyor. Berkin Elvan ekmek almaya gitmeseydi de öldürülmeyi hak etmiyordu. Tutun ki polise taş attı sapanıyla bunun ne mahiyeti var? Tutun ki çocuk değildi. Tam da burada acımızı yaşarken dahi zorba gözlere açıklama yapma ihtiyacı ne berbat bir histir. Mağdur taraf, kusurlu bulunanın aslında ne kertede bu sistemde ideal olduğuna dair ikna yarışına girmemeli. Bırakın şu ahlak zırvalığını, bırakın insanlar acılarını yaşasınlar. Yaşama hakkı elinden alınmış bir insanın kabahati aykırı olması, hakkını araması olmamalıdır. Hatta bu örnekte hiçbir kabahati olmamalı. Biz çocuklarımızı her hâlleriyle bağrımıza basarken bu akılsızlar da artık iktidarın tuzağına düşüp onun ayıplayacağı noktaları törpülemek zorunda kalmamalı. Gerçek bir karşı iktidar kendini mevcut olandan farklı tanımlamalıdır. “Ben daha ...” yarışına girmemelidir.

          Özetle, hiç kimse en kapsayıcı hâliyle toplumun genelinden daha farklı bir yaşam idealine sahip olmasından ötürü öldürülmeyi hak etmez. Kimse koruma kalkanlı polise karşı kendini savunduğunda -ki cana kastetmek yoktur- öldürülmemelidir. 

3 Nisan 2014 Perşembe

“YAZMA” VEYA SÖZLÜ TACİZ GİRİŞİMLERİ: DİYALOĞA AYAK DİRETEN MONOLOGLAR

Giriş Notu: Bu sayıda mizahi unsuru bol bir yazı yazma hedefinde olsam da epeydir yazmak istediğim bir konuda, konunun ciddiyetinden olsa gerek, dil şaşmasına uğradığımı başından itiraf etmek isterim. Ciddiyet-mizah ikiliği (yüzeysellikte son nokta) yaratıp kendi yeteneksizliğime bahane üretiyor da olabilirim. Mazur görün. 





   

  


Yazmak ya da Yazmamak İşte Bütün Mesele Bu!



          Sokağa adım atıldığından itibaren sözlü taciz yasalarının binbir çeşit rengiyle, istikrarlı biçimde yürürlüğe geçirildiği ülkemizde kadınlara anlatacak çok malzeme çıkıyor. Acıklıdır ki sözlü tacizin eylemsel tacize hatta tecavüze evrilmesinin her mertebesini çocuk yaştan itibaren deneyimlediğimiz bir ülkede yaşıyoruz. Amiyane tabirle “birine yazma” ile sözlü tacizin ince hatlarla ayrıldığı bir ortamda yaşadığımız kanısındayım. Daha çok kız kıza sohbetlerde utancı kırıp anlatabildiğimiz pek çok sözlü taciz anıları vardır. Travmatikliğinin diğerlerine kıyasla daha paylaşılmaya müsait olmasından ötürü “Sözlü Taciz Güncesi” başlıklı projemi hayata geçirme kararı aldım. Çocukluktan, ergenliğe, yetişkinliğe, orta yaşlılığa, yaşlılığa kadarki evrede aklımıza kazınmasına dirensek de bir türlü silinmeyen sözlü tacize uğradığımız anları paylaşabileceğimiz bir platform oluşturma fikrine ne dersiniz? Bu konuda siz değerli okurlarımın fikrine açığım. Paylaştıkça güç kazanırız. Neticede bizi bizden başka koruyacak yok. Farkındalıkla bir nebze aşabileceğimiz durumları gözden geçirmeyi deneyelim. Bakalım ne olacak? Başlıkta zikrettiğim diyaloğa ayak direten monologlar tabiri ise yazmakla yetinmeyip işi tacize vardıran kişinin kendi monolog evreni üzerinden karşı tarafı zorla diyaloğa çekme girişimlerini anlatmaya çalıştım. Bu ayak diretmelerin nerede sınırını aştığını belirlemek zor. Bu yüzden işe bence en temel yaklaşımla; soruna adını koymakla başlayabiliriz.
           Sanırım halk arasında “yazmak” olarak tabir ettiğimiz eylem, sözlü tacizin masumâne formu. Neticede hoşlanılan kişinin yazması durumunu da içermesi bakımından “yazmak” olumlanabiliyor. Ama “Herif deli gibi yazıyor ve ben istemiyorum” anı da var. Sözlü tacizde istenilmeyen bir durumun içine itilen mağdur bir taraf olduğu şüphesizken yazma girişiminin doğası muğlaklık taşıdığından rahatsız edici boyutlara hangi aşamada geçildiği öngörülemiyor. Kimi zaman bilhassa kadınların sözlü taciz ile yazma girişimini ayırt edemeyecek duruma geldiğini düşünmüyor değilim. Sanırım ülkemizdeki şiddet dozajı ile bağıntılı olarak kadınlarda sözlü tacize tolerans daha fazla. Travma yaratacak derin şiddet örneklerinden sonra kadınlar kelimenin tam anlamıyla sözlü tacizi olağan karşılayıp adeta bu kadarla kalmasına şükredecek noktaya geldi. Bu yazıda daha çok istemediğinizi ortaya koymanıza karşın ısrarla size yazan hatta sözlü tacizde bulunan insanların yaklaşımlarına değinmeye çalışacağım. Yazmanın kolaylıkla sözlü tacize evrildiği anlara yer vereceğim.

             ******************************************************
          İnceden yazma, laf atma ve tehdit içerikli sözler yapılanın adını koymayı zorlaştırıyor çünkü bazen bunların hepsi paket program olarak sunuluyor. Israrcı kişiler bazen öyle cümleler kuruyor ki ne tepki vereceğinizi şaşırıyorsunuz. Sizi hazırlıksız yakalayan bu sözler zihninize öyle fatal error verdiriyor ki tacizcinin sözlerine gülseniz mi ağlasanız mı bilemiyorsunuz. Kimi zaman da ısrarcı kişiyi defetmek uğruna zoraki diyalog yaşanabiliyor. Tacizci kendi dünyasını ve düşüncelerini öyle fütursuzca paylaşmaya hazır ki otobüste, kalabalık bir sokakta dahi zerre çekince hissetmeksizin tweet atar gibi laf atabiliyor.
          Kendi anılarıma ve çevremdeki gözlemlere geçerek şu resmi dili bir nebze kırmayı ümit ediyorum. Sözlü tacize meyilli meslek grupları ile söze başlayayım. Misal kuaför ve taksiciler... Elbette bu mesleğe mensup tüm kişiler için genelleyemesek de benim “kıstırma taktiği” adını verdiğim yöntemle işini kötüye kullananlara epeyce rastlamışsınızdır. Artık mekâna hâkim olmaktan mıdır nedir önce sizi ablukaya alıp sonra hemen yazma girişimine geçerler. Şahsen sık kuaföre giden bir insan değilim. Dolayısıyla gittiğimde de artık insana benzeyip milleti korkutmayayım amacıyla hareket ettiğimden genellikle uzun aralıklarla kuaförü ziyaret ediyorum. Sürekli gittiğim bir yer olmadığından sık kuaför değiştiren bir tipim. Özetle bu sayede hem çok gözlem yaptım hem de tanışıklık olmadığından istemediğim durumla çok karşılaştım.
          Şimdi istenmeyen durumlara nasıl zorla itildiğimi/itildiğimizi anımsayalım. Bu istenmeyen koşulları oluşturup işini kolaylaştıran kimselerin uyanıklıklarını anlamak üzere özellikle detaylandırarak kuaför sahnesinde yaşananları anlatacağım. Böylelikle yazma/ sözlü tacize hazırlık evresini başka bir deyişle kıskaca alma taktiğinin işlerliliğini de görmüş oluruz:
          Yeni girdiğiniz kuaförün -biraz da janjanlıysa- bütçenizi aşan bir mağazaya girerken hisettiğiniz duyguları hortlatması an meselesidir. Hadsizlik endişesi yerini tekinsizlik hissine bırakır ve “Allahım şimdi bunlar hem kafamı kuşa çevirip hem de paramı emer mi?” sorularıyla koltuğa oturursunuz. Aynadaki ekşi yüzünüzle düşüncelerinizi toplayıp ikiye bölersiniz. “Korkma her şey iyi olacak” telkini ile olumsuz havayı yenmeye çalışırsınız. Sonrasında mekânda çalışanlara hâkim olmadığınızdan çıraklık-ustalık derecesini belirleyemediğiniz kimse gelip saçınızı didikleyerek: “Saçlar temiz mi?” diye sorar. “Eeee şey dün yıkamıştım” demeniz çoğunlukla karşı tarafı ikna etmez ve zaten temiz olan saçlarınızı bir daha, bu kez özel bir solüsyonla yıkayacağını söyleyerek sizi ikna eder. Saçınızı yıkarken diplerini güzelce ovaladığında kendinizi iyi hissetmeye başlarsınız. Sonra bu ovma işlemi adını koyamadığınız bir şeye dönüşür ve yine tekinsizlik hissi ile boynunuzda rahatlama yerine kasılma hissedersiniz. Aynı anda: “Kaç yaşındasınız? Okuyor musunuz? Nerelisiniz?” soruları ard arda patlamaya başlar. “Adam saç diplerimi mi arındırıyor yoksa boynumumu okşuyor? Ne fetişi la bu?” demenize kalmadan üçüncü sorusunu yanıtlarken bulursunuz kendinizi. Bu öyle karşı konulamaz bir evredir ki...Kuaförün mekânında onun sözü geçmektedir. Misafirliğe gitmiş gibi bir hisle her türlü andavallığına katlanmak nezaketini gösterme ihtiyacı duyarsınız. Bir de “Ulen şimdi kızar saçımı mahveder” endişenin lokal anesteziliye bağlatması da benim açıklayamadığım bir etkidir. Adam: “Bir şey ikram edelim mi?” deyip Hannibal gibi kendi beynimi yedirtse cık diyemeyeceğim minvalinde iğrenç bir acizlik hasıl olur. Siz nereli olduğunuzu söyledikten sonra: “Ben de İzmirlisiniz” sandım demek, kuaför yazmasının klişe taktiklerinden biri hâline gelmiştir.“Nerelisiniz?” sorusuna karşılık sizi zorla İzmirli yapan kuaför, elbette hüsn-ü talil sanatının feriştahı ile size “İzmir'in kızları güzel olur, sizin güzelliğinizin kaynağı da bu olmalı” gibisinden bir güzel sebep yarataraktan gururunuzu okşamaya çalışır. Saç yapılma faslında boya yaptırıyorsanız adama vereceğiniz en ufak ayarda saçınızın Sulukule stiline dönüşmesinden tırsmanız gayet anlaşılır bir kaygıdır. Fönde ise saçı yakmak suretiyle yazan meslek erbabı “Haftasonu işiniz yoksa kahve içelim”e kadar vardırmıştır fütursuzluğunu.
          Kuaförlük hem yazıp hem işini yapmaya uygun bir meslektir. Size sorulan özel sorular pekala muhabbet etmek amacıyla sorulmuş olabilir. Öte yandan zaten dokunma odaklı bir iş olduğundan masajla taciz çok kolay birbirine girebilmektedir. Bu iç içe geçmişlik kimi fırsatçılara mesleği kötüye kullanmada güzel olanaklar sağlamaktadır. Siz ise“Ya sandığım gibi değilse” rezillik çıkmasın deyip son ana kadar bu aldatmacayı deneyimlersiniz. Kuaförlük müşteriye güzel olduğunu hissettirerek psikolojik destekle uğurlayan bir meslek olduğundan iltifatların ucunun nerede kaçacağını kestirmek güçtür. Kimi soruları yanıtlamayı yadırgasanız da şık kaçmaz diye yanıtlamak durumunda hissedersiniz. “Okuyor muyuz?”un ardından gelen görece makul soruların arasına “Erkek arkadaşınız var mı?”nın sıkıştırıldığına dahi şahit oldum. Ayar verdiğimde de “Yok buluşmaya gidecekseniz ona göre saç yapıyım” diyerek kıvırmasyonlara girişmeler de mesleğin esnek olanaklarından biri. Bu klişe soruların muhabbetten yazmaya evrildiği o sınır noktasını birçok arkadaşımla deneyimlediğimizden artık “Yeter” dedim. O anda her ne kadar kendimi “Bir daha kuaföre gidersem Allah yarattı demeyip bu klişelerle dalga geçeceğim. Hizmet mi alıyorum, veriyor muyum belli değil” sözleriyle dolduruşa getirsem de uygulamaya geçemediğimi fark ettim. Sanki dükkandan içeri girdiğim andan itibaren bu dünyada tarifi olmayan peri tozu gibi bir şey serpiştiriliyor üstüme. Keratin ve saç spreyi kokusunun yüksek dozajda kafa yapıp basiret bağlanmasına yol açtığını bilimadamları artık açıklamalı. Her neyse en son hissettirmeden yazma tekniğine bir yenisi eklendi. Gittiğim kuaför yakın zamanda İngiltere'ye eğitime gideceğini ve kendisine uygunsam İngilizce çalıştırıp çalıştıramayacağımı sordu. Ben de çok yoğun olduğumu ancak elimden geleni yapabileceğimi söyledim. Numaramı aldıktan sonra kartını verdi ve çıktım. Sonrasında arkadaşlarımın çoğu “Bariz uydurmuş. Sana yazmış” deseler de inanmak istemedim. Yine de belli olmaz kaygısıyla şehir dışında olacağımı belirtip iptal ettim. Gel gelelim sözü edilen kişi İngiltere'ye yakın zamanda gitmediğinden, hatta hiç gitmediğinden. “Layn!!!! Yoksa??!!” şüpheleri ile beni baş başa bıraktı. Eğer bu bir yazma girişimi ise -ki hâlâ emin değilim- bravo! Neticede eğitim toplumumuzun en büyük zaafı.
          Mekâna hâkim olma olanağı ile istemediğiniz bir şeye yeltenen meslek erbabına ayar verdikten sonra ölçüyü daha da kaçıracağından korktuğumuz bir başka meslek de taksiciliktir. Taksicilerin bazıları haddinden fazla soru sorar. Çok konuşmak istemediğinizde gaza abanıp sizi korkutur. Oturduğunuz yeri öğrenmesin diye taksiden erken inersiniz. Takip ediyor mu diye üç buçuk attırır. Size yazan taksici bazen de dikiz aynasından hat safhada dikizleyip laf atar. Üstüne radyosunda çalan şarkının sesini açıp direksiyon showa geçer. Koltukta büzüşüp şurda inebilir miyim dediğinizde “Ne güzel gidiyorduk” diyeni bile vardır.
          Bazen garsonlar da çıldırtır. Size ikramlarda bulunarak ilgisini belli eden garson olur olmadık masaya damladıktan sonra çaresiz hesap öderken tüm hünerlerini ortaya dökmeye çalışır. Malum klişe soruları sorar. Numarasını zorla adisyon iliştirenler de gözlemlenmiştir.
Çeşitli meslek gruplarının hissettirmeden yazma becerilerine ilginç bir yorum da facebooktaki bazı kullanıcılardan gelmiştir. Bu kullanıcılar sizde ekli olmamalarına ve gizlilik ayarlarının katılığına rağmen ne yapıp edip size mesaj yollarlar. Genellikle gelen kutusuna bakan siz bir gün “Diğer” kutusuna baktığınızda tanımadığınız kimselerin yazma girişimlerine tanık olursunuz. Bunların içinde birçok kadına aynı mesajı gönderdiğini gizlemek için acemice “sadece size” yolladığı vurgusuna yer vermeden rahata ermez bu insancıklar. Posta gazetesindeki şiirlerin üslubunu andıran mesajlar da acemi lirizmleriyle mizah anlayışınızı besler.
          Yazmanın sözlü tacize dönüşmeye en fazla fırsat bulduğu alan sokaklardır. Bu kez hissettirmeden yazanların dışında kulağa fısıldama ve hiçbir şey olmamış gibi yanınızdan geçip giderek sözlü tacizini gerçekleştiren dayılar söz konusudur. Bu dayılar en ağıza alınmayacak sözleri ile sizi nasıl fantazilerine dâhil ettiklerini yanınızdan geçerken söyleyip hiçbir şey olmamış gibi yürümeyi başaran poker suratlılardır. Kimisi de hat safhada pişkindir. Önce yola okkalı bir balgam atıp buraların kendisine ait olduğunu gösterir. Sonrasında ise avına yaklaşıp iğrençliğini söyler ve gülerek bekler. Rahatsız etmekten haz alan bu şahıslar bazen de bindikleri arabadan iğrençliklerini yayalara taşırlar. Yine burada da müziğin sesini orantısızca açmak esasına uyulur. Gaza abanmakta iktidar manyaklığının başka bir gösterenidir.

“ME TARZAN, YOU JANE: INTRODUCTION TO RELATIONSHIP”

          Şubat deyince akla 14 Şubat geliyor. Aralık'ın son haftasında nasıl: "Yılbaşında nabiyon?" sorusuna "Aneeem! Yıl ne zaman bitti daha onun idrakine varamadım. Planım yok öküz gibi yalnızım. Hem her sene aynı bok!" cevabı veriliyorsa 14 Şubat için de benzeri melankoli bezeli bir diyalog hasıl olur. Yalnızlar ekstra mutsuzken, ilişkisi beklentilerini karşılamayanlar: “Yalnız olsam daha iyiydi. En azından tanımım belli olurdu” der durur. Bu bakış açısı pek sağlıklıdır. Zira yalnız olmak gerçekten de daha az soruna yol açar. Sinüslerden beyne oksijen daha çabuk ulaşır. İlişkisi olup 14 Şubat'a girenler ise tıkalı sinüsler gibi hiçbir şeyden tat alamaz. Erkek milletinin 14 Şubat'la imtihanı genellikle Tarzan İngilizcesi seviyesindedir: “Me Tarzan, you Jane”. Erkek kısmısı jest yapmanın ne olduğu güç idrak etmiştir. Jest genellikle sipariş üstüne bir güzellik yapma eylemi değil de insanın spontane karşısındakini tanıyıp ona sürpriz yapması olduğundan erkekler için asıl sorun “jest”in tanımında patlak verir. Bu tanımı kapanların çoğu ise “Anlıyorum ama konuşamıyorum” seviyesindedir. Bu yazıda ötesinden berisinden bu konuya temas ediciiim.
          Belki de özel günler söz konusu olduğunda erkeğin Tarzan İngilizcesi ile pre-beginner seviyeyle apışması, kadının ise özel gün adabının histerik yol göstericisi olmasının altında başka sebepler vardır. Aklıma bazı sorular hüum ediyor: Neden kadınlar özel günleri erkeklere kıyasla daha fazla sahiplenir acaba? Perioda dahi “özel gün” denmesi koşulluyor mu kadınları? “Kendimi o özel kişiye saklıyorum” repliği neden hep kadının ağzındadır? “Yoksa yıldönümümüzü unuttun mu?” sorusunu neden hep kadınlar sorar? Her şeyden özel olmasını beklemenin mantığı nedir? İşin garip tarafı kadınlar özel günlere sahip çıkıp karşı cinse bunun eğitimini vermeye başladı ve bir anda advanced seviyeye ulaşmış erkekler türedi. Kadınların bu yeni erkek tipini yaratmadaki başarısı azımsanamaz. Erkeği en ufak bir dirence sürüklemeden kabullenişe iten ve öz mutluluğu için belli başlı eylemleri yerine getirmenin gerekliliğine iten bu kadın tipi âdeta toplum mimarı yahu!

Öte yandan özel gün ve haftalar aynı zamanda kadınların toplumda bir yer edinmesinin göstergesi. “Ay şekerim benimki yemeğe çıkardı. Bir yüzük almış. Nah bu kadar! Seninkiyle naptınız dün?” sorusu direkt kadınlar arası rekabeti doğuruyor. Hemcinslerinin akıllı partnerlerine karşılık hiçbir şey yapmamış olan erkeklerin şu tiradı işitmesi de kaçınılmaz: “Püğ Allah belanı vermesin! Elalemin herifleri nerelere götürüyor! Sen napıyorsun? Sıfır! Utan be adam!” Bu tirat da yeni erkeklerin oluşumunda ilham kaynağı olabilir tabii. Gayet caydırıcı! Kadın dırdırındansa her şeyi yapmaya hazır adam modelini türetmiş olabilir bu yaklaşım. Belki de kadın dırdırından çok ikna ediciliğidir asıl belirleyen. Her orta sınıf kadın kendi evinin Hürrem'i olmuş ev ekonomisini de Sülüman'ını da idare edecek güçtedir. Aman ne güzel! Eleştirmekten çok bu gıcık görünse de erkeği parmağında oynatan kadın tipi bana garip bir haz veriyor. “Aferin kız! Biz yapamadık bari siz yapın bacım” dedirtiyor.
          Konu açılmışken ilişki yürütme sanatının vazgeçilmez sponsoru Facebook'u unutmamak gerek. Malumunuz sıkça mutluluk fotoğrafları paylaşılıyor. Kafaları yapışık poz veren çift Venedik'te... Kafaları yapışık poz veren çift gittiği yere özgü bir tatlı ile... Kafaları yapışık poz veren çift arkadaşları ile sosyalleşirken... Yanlış anlaşılmasın ama ben hiç bu tip eylemleri bayılarak gerçekleştirecek bir erkek görmedim. Görgüsüzlüğümü mazur görün. Sanki bu erkekler iyi eğitilmiş gibi. Yani benim bildiğim erkek milleti kırk tane poz vermekten, alışveriş yapmaktan, kız arkadaş toplantılarına katılmaktan sıkılır. Bu adamlar genellikle 30 yaş üstü, kimseyi bulamamış, soyunu sürdürmek için bulduğu kadına yapışmak ve onun her dediğini yapmak zorunda hisseden tipleri android. Ay şimdi de kedi uzanamadığı ciğere pis dermiş modu doğmasın sakın!
          Uzun süreli ilişkinin ya da evliliğin her anı özelleştirme sanatına dayalı olduğunu kabul eden bir nesil türedi galiba. Eskiden yurt dışına zengin insanlar gidebilirdi. Şimdi orta sınıf herkes yurt dışına tatile gidiyor. Çiftler içinse bu zaruri bir eylem. İlişkinin kalitesini belirliyor. Tatilde ise moda yerlere gitmek, bilhassa “bilmem ne beach club”larda poz vermek mutlu bir ilişkinizin olduğunu elaleme kanıtlamak için şart. Öte yandan bu kapitalizme destek projesinin erkekleri dönüşüme uğratması ise belki geleneksel Türk erkeği modelinin aşınması anlamında önemli olabilir.


          Günümüzde ilişki içindeki erkekler acemiliklerine rağmen daha çok özel günleri destekleyici bir rol üstlenmiş durumda. En azından facebook'takilerin çoğu böyle görünüyor. Evde karısını kısıtlayıp dövüyor mudur bilemeyeceğim ama ne biliyim ya gayet iyi görünüyorlar kardeşim! Kardeşim demişken kız kardeşim geçen gün “Yapılan araştırmalara göre facebook en çok kadınları bunalıma sokuyormuş. Ben kapattım. İçim çok rahat. Mis gibi hayatıma bakıyorum” dedi. Her zaman benden daha rasyonel olma vasfıyla ailede sıyrılmış olan kardeşime milyon birinci kez hak verdim. Hakikaten kadınlar arası rekabeti tetikliyor bu facebook. Gel gelelim erkekleri de dönüştürüyor. Spa'lara, brunchlara, club'lara, Avrupalara giden metroseksüel tabir edebileceğimiz mutlaka bir gym'e yazılmış polo yakalı adamlar türedi. Bazen şeytan dürtüyor: “Kızım bir bulamadın şöyle adam” dedirtiyor; ama ne biliyim ya işte! Sonra aile genlerim bu noktada da devreye girip “Ay çok yapay! İçi seni dışı beni yakardır onlar. Sen inanma, bakma çoğcuuum”teselli ikramiyesiyle bu düşünceden sepetliyor beni.

24 Ocak 2014 Cuma

ZENGİN KOCA DOLANDIRICI KOCA

              Zengin koca, her kadının hayalidir. “Yemesin yedirsin”in ötesinde bir sevdadır bu: Yesin, yedirsin, yiyelim amma velakin hiç eksilmesin. Sonu gelmeyen bir zenginlik! Harem fantazisi gibi bir elin yağda, bir elin havyarda. Böyle mis bir baloncuğun içindeyken insan manyak mı dünyaya bir kere geldiğini bilmesine karşın şüphelere gark olup: “La bu suyun kaynağı nereden?” desin. Haydi tut ki bir gece ansızın kıllandın sordun. Adam da dandirikten bir cevap üfürdü. Az emekle ikna olacağın on metre öteden belli. Zevk ü sefa ırmağından botoks yaptırıp doğacak çocuklarına yaşamın bulunduğu az sayıda kimseye açıklanmış bir gezegenden devremülk almak istemez miydin hanım?

             Ben de lafı dolandırmayayım artık! Efenim etraf dolandırıcı kaynarken bizimki ancak laf dolandırma level'ında kalıyor işte naparsın?! Ahlakımız batsın! Malum ileri düzey olarak takdim edilenlerden hangisinin gizliden, hangisinin açıktan, nasıl türlü dolandırıcılıklara imza attığı, nasıl bandıra bandıra rüşvet yediğinin bir bir ortaya çıktığı bir gündemle çalkalanıyoruz. Kimin defterinin dürülüp kimin dürülmeyeceği zaten belli olduğundan pek büyük heyecanlara gark olduğumu söyleyemeyeceğim ama herkeslerin ilgisini zıplatan Ebru Gündeş'in kocasıgilin mal varlığı meselesine değinmeden geçmeyeyim dedim.

            Devletin malı deniz, yemeyen domuz diye sözümüz varken Ebru Gündeş'ten büyük erdemler beklemek accuk abes olacaktır. Arabesk-fantazi-pop artık hangi kategoriyse (üçünden biri herhalde ya da karışımı) müzik yapan bir hatuna ne şampayanlar açtırılmıştır. O da pek tabii içlerinden en iyisini seçecekti. Memleket zaten karanlık adama boy vermişken aşkı ile yakalayan hediyelere boğan bu adamcağızı Gündeş ne halt yemeye reddedecekti?! Arada alınan hediyeler basına taşınınca elbet “Doğacak çocuumuuuuza rızk abisi! İstikbal Mars'tadır”diyecekti. Neticede çocuk bu ülkede önemli bir paradigma. Mazallah çocuğun geleceği mevzubahis olunca kafayı sıyırıp ne yapacağını şaşıran ana-babalar var. İnsanımız için gayet anlaşılır bir açıklama idi Gündeş'in yaptığı: “Sizde de var. Siz de bir tarafınızı yırtıyorsunuz çocuğunuz için. Ahanda biz de geleceğine yatırım olsun diye şey ettik!” gibisinden. Ya ne diyecekti? “Fırtınalar koparsa kopsun. Sürüklesin ikimiziiii! Arzular tutuştursun bizi. Razıyım sonuna. Senle olsuuuun” mu deseydi? “Arzu”, “tutku”, “spor araba”, “her türlü hırsa sahibim” ancak şarkı sözünde kabul edilebilir.

             Şimdi Ebru Gündeş'in durumuna bir de şu açıdan bakılabilir: Kadın kocasının ne iş yaptığının farkında biri olarak “Hayırlara vesile olsun” yerine “Hayır” deyip Zerrab'ı reddetseydi. “Ben neticede hayatta çok trajik anlar yaşadım. Hepsinde de işimi yaptım” minvalinde kurduğu cümleyi bir de aile kurma meselesinde gösterseydi acaba daha mı onurlu bir portre çizecekti? Aslında üzerinde düşündüğüm şey ;Ebru Gündeş'ten ne beklendiği? Kara para aklamayan bir adamla olmanın Gündeş için cazibesi nedir? Gündeş mesleğinde belli bir noktaya gelmişken aile kurarken daha aklı başında, geliri belli bir eş mi seçmeliydi? Ya da kimi sanatçı tayfasından örneklere eklemlenip “single-mother”lığa mı soyunmalıydı? Ataerkilliğin yüceltildiği arabeskin dibindeyken bu da uçuk bir örnek mi olurdu? “Geleneklerimize uydu mu şimdi?” sorusunu mu doğururdu akıllarda? Ülkemiz sınırları içinde single-mother'lıktan ödleri korkan binlerce hatun kişisi var. “Ay öküz de olsa çocuğumun babası olsun, öküz model olsun, neticede erkektir” düşüncelerini kıramayan yığınla ekonomik özgürlüğünü ilan etmiş hatun var. Hasbel kader evlenip herifin her türlü manyaklığına katlanmayı görev bilen, boşanma kabusu ile uykuları kaçan hatunlar... Bunların arasında Ebru Gündeş'in temsil ettiği dünyaya kıyasla daha entelektüel olanlar olduğu düşünülürse...Tanrım giderek içim kararıyor!
           
          Son olarak Gündeş'in geçen gün Acun'un programında söylediklerine flash back yapalım: “Çok şaşkın ve çok üzgün olduğum bir konu. Reza benim çocuğumun babası ve benim de kocam. Biz çok severek evlendik. Ve evlenirken bir söz verdik. İyi günde, kötü günde beraber olacağız diye.
Evet, bir karanlıktan geçiyoruz. Bildiğim bir şey var ki; her gecenin bir sabahı var. Biliyorum ki bunun da bir sabahı var” diyen Gündeş devamında: “Hayatta her şey, hiç kimse unutmasın ki insanoğlu için” ifadesine zıpladı. Bu cümle bile başlı başına tuhaf bir ikilem yarattı bünyemde. Birincisi sanki iftiraya uğramış bir kadın imajı yaratma çabası, ikincisi kocasının bir dolandırıcı olduğunu kabul eden, hatta para-pul bunlar insanın nefsini oynatan şeyler, her şey insana kafasıyla kocasının tahliyesini bekleyen bir kadın. Elbette Gündeş ilk ihtimali kastediyordu duygu durumuna bakılırsa ama yuh artık yav! Çocuk tabii yine kullanılan bir öge olarak sonraki ifadesinde bizlere nanik yapıyor: “Allah’ım inşallah bu kara günler çok çabuk geçer, çünkü çocuğumun incinmesini

istemiyorum”. İtibarın sarsılması en çok çocuğu etkileyecek korkusunu seyircinin yüreğine işletti vallahi! Arada da geç de olsa mesleğine sarılan bir kadının cümleleri: “Ben işimi çok severek yapıyorum. Şarkı söylemeyi çok seviyorum. Evlenmeden önce de işimi yapıyordum, evlendikten sonra da işimi yaptım, bugünden sonra da işimi yapacağım”. Öğrencilere: “okula siyaset sokmayın, işinize bakın, dersinize çalışın” demeyi görev edinen öğretmene örnek öğrenci yanıtı gibi adeta Gündeş'in cümlesi. Biraz da kocasından bağımsız olduğuna göz kırpan bir eda. “O beni işimden men edemedi. Bırakın şimdi onu, benim durum ne olacak?” der gibi gibi. Tabii “bırakın rızkımı kazanmaya devam edeyim, beni sizler yarattınız, hep böyle kalın cana yakın” iması da var. Bunun üzerine seyirci de durur mu yapıştırır “şak şak”ı. Valla Ebru Gündeş'in birkaç cümlesinden hareketle dediklerinin mealini çıkarsam kitap olur. Hem pişkin, hem mağduru aynı potada eriten bir belagat ustası gibi maşallah! Gelelim kıssadan hisseye zengin koca, dolandırıcı kocadır. Aman bacım dikkat etmeli! Zengin adamdan korkacaaan!

*Görselin aparıldığı site:
http://www.stargundem.com/resimler/566000/566756.jpg